Powered By Blogger

26 Mayıs 2015 Salı

100) İSKİLİPLİ ATIF HOCA / KELEBEKLER SONSUZA UÇAR "1993"

Senaryo ve Yönetmen: Mesut Uçakan,
Görüntü Yönetmeni: Ümit Ardabak,
Müzik: Özhan Eren
Yapım: Mustafa Çelik


Yönetmen Yardımcıları: İbrahim Yeşilırmak, Ayşe Karaali, Uğur Perveroğlu, Kamera Asistanı: Ahmet Selvidal, Sanat Yönetmeni: M. Ziya Ülkenciler, Sanat Yardımcıları: Ali Erzincanlı, Ayşegül Güldal, Makyaj: Abdullah Gonca, Kostüm: Niyazi Er, Talip Okçul, Kostüm Sorumlusu: Aysel Üzer, Ses Mühendisi: Erkan Esenboğa, Ses Asistanı: Metin Çeşmebaşı, Ses Yardımcıları: Yılmaz Çiftçi, Mehmet Kınak, Dublaj Asistanı: Sevil Mıdık, Kurgu: Ayhan Ergürsel, Set Amiri: Ekrem Çınaroğlu, Işık Şefi: Aslan Yıldız, Işık Yardımcıları: Doğan Erdoğdu, Erkan Can, Turgut Erkan, Cast: Vip Ajans, Jenerik: Özkan Sevinç, Semihan Sevinç, Çizgi: Yalçın Turgut, Prodüksiyon Amiri: Nedim Şahin, Yapım Koordinatörü: Mehmet Beyazıt, Yapım Yardımcısı: Mahmut Tan, Ulaşım Sorumluları: Hüseyin maden, Ali Aras, Ahmet Erkan, Set Fotoğrafçısı: İsmail Altınata, Figürasyon: Vip Ajans (Ali Zebil), Aktüel kamera: Hüseyin Öztürk, Efektör: Ayhan Arlı, Laboratuar: Ekrem Şen, Arif Şengül, Veli Burç, Uğur Orbay,(Şafak film stüdyolarında hazırlanmıştır)


Oyuncular: Yılmaz Zafer (Ferit), Haluk Kurdoğlu (Atıf Hoca), Nilüfer Aydan (Zahide), Gülay Pınaarbaşı (Mine), Arzu Atalay (Belma), Altan Akışık (Kel Ali), Baki Tamer (Ömer Efendi), Kadir Savun (Muhtar), Mehmet Beyazıt (Otel katibi), Devrim Parscan (Hacı Yakupzade), Kâzım Eryüksel (Hakan), Tomris Kiper (Anne), Nuri Tuğ (kitapçı Rıfat), Süha Baydar (komiser), Demir Nuyan (il başanı), Kıvılcım Kaya (savcı), Ali Zebil (Süleyman), Bilal Yıkılmaz (Abdullah), Nedim Doğan (Sivil Polis), Kemal İnci (arşiv memuru), Hasan Çakır (dost polis), Erdoğan Akduman (Necip Ali), Sadık Çelenk (taharül mevlevi), İlhan Dolunay (komşu), Yaşar Üzer (komşu), Aşkiye Çal (yaşlı Melahat), Sebnem Karaali (küçük Melahat), Reyhan Ayyüzlü (Salamon), M. Ziya Ülkenciler (menahem), Şahine Hatipoğlu (hizmetçi), Enver Dönmez (Hüsrev), Kamil Sesli (sorgu poılisi), İbrahim Yeşilırmak (sekreter genç), Ali Erzincanlı (Giresun sanığı), Mahmut Tan (kasaba sanığı), Murtaza Yıldız (doktor), Murat Yazan (genç), Ahmet Poyrazoğlu (ozan), Yılmaz Meydaneri (Rıdvan), Ahmet Yazıcı (avukat


Konu: Cumhuriyetin ilanından sonra şapka kanununa karşı çıktığı için İstiklal Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılan İskilipli Atıf Hoca'nın öyküsü.

https://www.youtube.com/watch?v=wyVTKOji-Es



99) BAL "2010"

Yönetmen:Semih Kaplanoğlu,
Senaryo:Semih Kaplanoğlu,Orçun Köksal,
Görüntü Yönetmeni:Barış Özbiçer,
Yapım: Kaplan Film / Semih Kaplanoğlu


Ortak Yapımcılar: Johannes Rexin, Bettina Brokemper, Kurgu: Ayhan Ergürsel, Semih Kaplanoğlu , S. Hande Güneri , Sanat Yönetmen: Naz Erayda, Genel Koordinatör: Aksel Kamber, Prodüksiyon Amiri: Gökhan Şahin, Prod. Ast.: Fatih Ağdaş, Özkan Akçay, Mevlüt Kopuz, Yardımcı Yönetmen: Aslı Sağ, Deniz Ceyhan, Set: Mustafa Şahin, Işık Şefi: Hasan Özçelik, Focus Puller: Gökhan Balseven, Set Asistanları: Serhat Koç, Kemal Şahin, Ses Kayıt: Matthias Halb, Boom Operatörü: Raphael Kempermann, Sanat Yönetmeni Asistanları: Ayşe Yıldız, Özge Öztürk, Makyaj: Daniel Scheöder, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Kopya Renk Düzeltme: Burcu Doğanay, (Sinefekt Laboratuarında hazırlanmıştır)


Oyuncular: Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen, Alev Uçarer,
Kutay Sandıkçı, Ayşe Altay, Özkan Akçay, Selami Gökçe, Kamil Yılmaz (Hamdi’nin babası), Adem Kurkut (jandarma), Erhan Keskin (jandarma), Raşit Altaş (balcı Zekeriya), Hasan Öz-gen (Balcı Faik), Simay Maçça (şiir okuytan kız),


Konu: Film bizi Yusuf'un hayatının birinci safhasına yani çocukluğuna götürüyor ve bu kez bizi Karakovan balcısı babası Yakup’la tanıştırıyor.
Yusuf ilkokula başlamış, okuma yazma öğrenmektedir. Babası Yakup ürkütücü bir ormanın derinliklerinde, yüksek ağaçların üzerine kurulmuş el yapımı kovanlarda üretilen karakovan balcılığıyla uğraşmaktadır. Babasıyla sık sık gittiği orman, Yusuf için gizemli bir yerdir...Yusuf bir sabah gördüğü rüyayı babasına anlatır. Bu rüya ikisi arasında sonsuza dek kalacak bir sırdır.


Aynı gün Yusuf sınıfın önünde öğretmenin verdiği okuma metnini okurken aniden kekelemeye başlar ve arkadaşlarının alay konusu olur.
Yakup, anlaşılmaz bir nedenle soyu hızla tükenen Kafkas arılarının peşinden uzak bir ormana gider. Babasının gidişiyle Yusuf iyice sessizliğe gömülür. Yusuf'un bu hali çay tarlasında çalışan annesi Zehra'yı üzmektedir. Ne kadar uğraşsa da Yusuf'u konuşturamaz.


Günler geçer, Yakup'un gecikmesi Zehra'yı ve Yusuf'u tedirgin eder. Zehra Miraç Kandil'i gecesi için Yusuf'u köy-den uzaktaki anneannesine gönderir. Yusuf, orada dinlediği hikayelerdeki peygambere benzettiği babasının mutlaka geri döneceğine inanmaktadır. Ertesi gün Sis Dağı şenliğinde de Yakup'a rastlayamazlar…Babasını aramak için ormanın derinliklerine dalan Yusuf'un gördüğü rüya gerçekleşecek midir? (KYN: Milliyet Sinema)


Not: Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf Üçlemesi'nde, üç filmi birbirine bağlayan karakterin önce yetişkinliğiyle (Yumurta), daha sonra gençliğiyle (Süt) ve son halka olan "Bal"da da çocukluğuyla tanışıyorduk. Ancak filmlerin geçtiği dönemde benzer bir geriye gidiş gerçekleşmiyordu. Yönetmen Kaplanoğlu'nun deyimiyle, "bu üçlemenin evreninde her şey bitmez tükenmez bir şimdiki zamanda geçmekteydi."

Üçlemenin bir hatırlama hali olarak tasarlandığını da ifade eden Kaplanoğlu, bu alışılmadık yapıyla bizleri, yine kendi sözleriyle, "insanlığın rüyası" ile baş başa bırakıyordu. Yönetmeni tarafından bu şekilde tanımlanan üçleme, "Bal"m finalinde bir ağacın dibinde uykuya yatan Yusuf ile sona eriyor, böylece üç film arasında döngüsel bir bağ kuruluyordu.


Sinema Dergisi'nin Mayıs 2010 tarihli sayısında Uygar Şirin, Kaplanoğlu'nun tanımlamasına da referansla, bu döngüyü şöyle açıklamıştı: "Yusuf'un rüyası aslında Yusuf'un hayatıdır. Yusuf'un hayatı aslında insanın hikayesidir." Üçlemenin bütününde zaman doğrusal ilerleyen bir unsur olmadığı gibi, "Bal" da baştan sona adeta bir rüya şeklinde tasarlanmış. Bütünüyle doğa içinde geçen film, gerek görüntü yönetimi gerek kurgusu gerekse ses tasarımıyla meditatif bir etki yakalıyor. Bunda Kaplanoğlu'nun dünyayı algılayış biçimi de son derece önemli. Yönetmen, çeşitli röportajlarında da belirttiği üzere, zamanın 'su gibi aktığı' değil, bilakis hissedildiği bir sinema yapmaya çalışıyor, filmlerinde gözüken canlı veya cansız her öğenin birbirini etkilediğine dikkat çekiyordu. Çoğunlukla Tarkovski, Bresson, Dreyer veya Ozu gibi yönetmenlerle karşılaştırılan Kaplanoğlu, kendi deyimiyle manevi gerçekliğin arayışında bir sinema yapmakta. Çoğunlukla 'aşkın' (transcendental) diye deadlandırılan bu yaklaşımın ülkemiz sinemasında bir karşılığım bulmak gerçekten zor. 


Kaplanoğlu, seküler algının dışında bir sinema yaptığı gibi, maneviyat veya inanç kavramlarına yoğunlaşan çoğu Türk filminin didaktik, neredeyse propagandaya odaklı tavrım da reddediyor. İşte bu nedenle, özellikle Yusuf Üçlemesi Türk sinemasında özel bir yere sahip. Üstelik sadece teolojik bir bakış açısıyla yorumlanabilecek filmler de değil bunlar. Yusuf'un hikayesinde herkesin kendisinden bulabileceği unsurlar mevcut; babayı kaybetmek, anneden kopmak, taşradan kaçma isteği, bir erkeğe biçilen rollerin onda yarattığı baskı, sanatçının yalnızlığı, kendi geçmişine dönüp bakma ihtiyacı, vs. gibi. "BaF'a Türk sinema tarihinde ayrıcalıklı bir yer kazandıran diğer unsuru da unutmamak gerek. Kaplanoğlu'nun filmi 2010 yılında Berlin Film Festivali'nde yarışmış ve Metin Erksan'm "Susuz Yaz"ından 46 yıl sonra, Altın Ayı ödülünü kazanan ikinci Türk filmi olmuştu. (E.E.) SİNEMA En İyi 100 film

'SÜT'ÜNÜ KAP DA GEL! (Bal)
Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” ve “Süt” ile başlayan üçlemesini tamamlayan “Bal”, yönetmenin neyin peşinde olduğunu özetleyen anahtar bir proje. Her birinde karakterin farklı dönemlerine göre kurduğu ruh hali portreleriyle de, ne kadar zeki ve film gramerinden haberdar bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor Kaplanoğlu. O filmlerde de gördüğümüz Yusuf’un ve ailesinin özündeki gerçekler bu film sayesinde somut anlamda açığa çıkıyor. Zaten bu sebepten olmalı ki, “Süt” ve “Yumurta”nın altında bir yapıt karşımızdaki.


Türk minimalist sinemasının son yıllardaki en başarılı isimlerinden Semih Kaplanoğlu imzalı “Bal” (2010), bildiğiniz gibi şubat ayında Berlin Film Festivali’nin büyük ödülü olan Altın Ayı’ya uzandıBu da aslında Türk sinemasının uluslararası alanda şu ana kadar yakaladığı birkaç büyük başarıdan biriydi. Sebebi ise çok basitti. 90’ların sonunda yükselen ‘sanat sineması’ geleneğimiz artık fazlaca profesyonelleşmişti. Bu durumun da meyvesini Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu yiyordu .
Türk insanının dini varoluşu üzerine İlginç bir şekilde bu isimlerin arasına girmeyen Zeki Demirkubuz, aradan farklı alanlara açılmaya tercih eden bir yönetmen olarak sıyrılıyordu. Bu duruşuyla da yerelleşiyordu aslında. Ancak Kaplanoğlu’nun “Yumurta” (2007), “Süt” (2008) ve “Bal”dan oluşan üçlemesinin minimalist sinemamız için mihenk taşı olduğunu not düşmek lazım. En azından sinemamızda uluslararası alanda böylesine ses getirmiş bir üçleme daha yok.


Üstelik bu ‘Yusuf’un yani dinsel insanın hikayesine uzanıyor. Kaplanoğlu’nun karakterin ismini koyarken ‘Hz. Yusuf’tan esinlendiği ortada öyle ki. “Yumurta”da kişinin artık bir şair olmuş, İstanbul’da yaşayan bedenini; “Süt”te ise ailesinin yanında kariyerine karar verme aşamasını gördükten sonra; “


Bal”da onun yetişme dönemini kanıksıyoruz.
Üç filmi de minimalist bir sinema anlayışıyla çeken Kaplanoğlu, belli ki ayrımlarını objektif ve ruh hali üzerinden yapıyor. Bir karakterin gelişim sürecini tersinden anlatarak da dünya sinemasındaki üçlemelerle rekabete girme olanağına kavuşuyor.


İlk filmde daha bir orta ölçekli objektiflerle çalışan yönetmen, ruh halini yalnızlık odaklı kurarken bir hikaye de anlatmıştı. Karakterin yalnızlık sebebini kapitalizme bağlamıştı. İkinci film ise daha bir Tarkovsky’vari yolculuğa çıkarıyordu bizleri. Ses, görüntü ve alt metinler açısından bir hayli zorlayıcı ancak her anı ‘öznel’ kokan bir filmdi “Süt”. Üçlemenin ise en fazla geniş açı objektif kullanan halkası idi bu eser.


Yeniden doğum peşinde bir karakterin öyküsü
“Bal”a geldiğimizde ise karakterin en küçük haliyle yüzleşiyoruz. Böyle olunca da yine öznel bir yolculuk hakim. Ancak bu sefer daha rahat anlaşılır ve meselesi belli bir dramatik yapı kurulmuş. “Süt”teki o ‘yılan’ ve ‘alabalık’ gibi metaforik öğeler burada yok öyle ki. “Bal”da o semboller, daha çok çocuğun kabuslarıyla yer değiştirmiş. Öyle ki burada Yusuf’un ‘hayata giriş korkusu’ ele alınıyor. Bu da aslında “Süt”teki ‘göl’ kullanımının yerine ‘orman’ı geçiriyor “Bal”da. Orayı karak-terin doğal ve yeni doğmuş halinin bir metaforu olarak ‘hayata giriş merkezi’ konumuna yerleştiriyor Kaplanoğlu. Bu da mitolojik bir ‘doğum’ salgılıyor elbette..


Anne-babasının müslümanlıktan nasibini almış din ile haşır neşir yaşayışından kurtulmak isteyen, bu sebeple de başını su birikintilerine sokup ‘safkan bir yeniden doğum’ arayan karakterin hikayesi böylesi yollarla tasvir ediliyor. Aslında bu doğrultuda da yönetmen daha dar açı objektifler kullanıp, karanlık, dinginlik ve fluluk gibi çerçeve alanında olabilecekleri yerine göre yerleştiriyor. Bu yönüyle de öznel bir görsel yapı kuruyor. Yusuf üçlemesinin en rahat izlenir filmi Yusuf’un psikolojisini anlatmaya plan sekanslar yani kesintisiz sahneler ile başlayan yönetmen, önce karanlığı işin içine sokup sıkışmışlığını sinemalaştırıyor. Ardından ise ‘flu’ arka plan veya ön plan kullanımıyla belirsizliğin daha da kesinleştiğini tasvir ediyor. Öyle ki Kaplanoğlu’nun amacı ikinci filmdeki ‘kariyer çıkışsızlığı’ ile birinci filmdeki ‘ölüm ve kapitalizm sıkışmışlığı’ sorunlarını burada daha çocuksu hale sokmak aslında.


O karakterin mütevazı ruh halinin de izini dar açı objektiflerle sürüyor. Zaten bu lens kullanımı da daha çok Amerikan popüler sineması örneklerinde görülür. Bu sebeptendir ki film, yönetmenin önceki eserlerine göre (daha üslubunu oturtmadığı “Herkes Kendi Evinde”yi bir kenara koyarsak) daha rahat izlenir bir yapıya bürünüyor.


Ana tema ‘Türk toplumundaki kaçınılmaz ölüm’ olmalı Elbette iki tane yolun ucunun görünmediği sekansın, geniş açı objektifle çekildiğini de unutmamak lazım. Yine de bu durumun, serinin ruhuna uygun bir şekilde cereyan ettiği söylenebilir. Öyle ki bu ‘alan derinliğiyle netleştirilen uzun yol’ kullanımı, “Yumurta”nın açılışındaki ölüm sahnesinde, “Süt”te ise karakterin yol aldığı birkaç sekansta var idi. Zaten yönetmenin “Yumurta”da üçlemenin özüne sinen bu öğeyi ölüme bağlayıp, onu serinin ilk film yapması da gayet doğal. Zira üçlemenin daha çok bu kavram üzerine olduğunu ispatlayan bir durum.
Üçlemenin mesajını çözümleyen film


Genel anlamda bakınca “Bal”, üçlemenin özündeki mesajı çözümleyen film olarak önemli bir yere oturtulabilir. Öyle ki burada alt açı, üst açı gibi görsel tercihlerle gösterilen ‘ayin yeri’ ve Yusuf’a dua okutulması gibi hayata hazırlanılan anlar var. Yusuf’un da anne babasının sağcı olduğunu rahatlıkla anlıyoruz.


Onun hikayesinin de Anadolu’daki böyle yaşamlardan kaçış üzerine kurulu olduğunu kavrıyoruz aslında. Bu sebeple de “Bal”, sinemasal anlamda bakınca Kaplanoğlu’nun filmografisinin -“Herkes Kendi Evinde”yi bir kenara koyunca- en zayıf halkası olmasına karşın, üçlemenin altındaki manayı kavramamız için anathar film aynı zamanda.


Bu doğrultuda üçlemenin görsel bütünlüğünü de aydınlatıyor aslında. Böylece Yusuf üçlemesinin tersinden bir ruhsal yolculuk olduğu ve her objenin bir öznel dünyayı tasvir etme amacı güttüğünü tasvir ediyor. Objektif tercihleri, açı tercihleri, dinginlik ve müziksizlik de buna göre yol alıyor elbette.“Bal”, aynı zamanda serinin süt, yumurta ve balın en somut şekliyle karşımıza çıktığı da ilk filmi. Üçlemenin son halkasına ismini veren balın da zaten babanın işinden kaynaklandığını öğreniyoruz. “Süt”ün büyümeye, “Yumurta”nın değişime hitap etmesinden biraz daha somut bir metafora dönmüş Kaplanoğlu burada. Bu tercihi belli ki Bora Altaş’ın şirinliğini ve sempatikliğini öne çıkarmak için yapmış.


Kabus sahnesi minimalist olur mu? Tabii “Bal”ın kabus sahneleriyle bir ‘çocuğun ruhsal dünyası’ odaklı yürümesine karşın, yine minimalist dokuyla çekilmiş anlar sunmasını çok da doğru bulduğumu söyleyemem. Bu bir çocuk ruh hali olduğuna göre biraz daha masalsı bir hava katabilirmiş Kaplanoğlu. Ancak belli ki ‘kendi dünyasına uygun’ hale getirmek istemiş elindeki ‘kişisel akan hikayeyi’…


Bu sebeple de bu konuda genel yorumum olumluya meyledebilir. Öyle ki ormanı hayal objesi olarak kullanırken özellikle son 10 dakikada zirve yapıp ucu açık sonu ‘korkutuculuk’la bağlaması da bu durumdan biraz olsun kurtarıyor “Bal”ı... (Kerem Akça, haberturk.com internet sitesinde yayımlanmıştır)


https://www.youtube.com/watch?v=1vfTfu9uEyI

FİLMİ TAM İZLE

98) BÜYÜK ADAM KÜÇÜK AŞK "2001"

Senaryo ve Yönetmen Handan İpekçi
Görüntü Yönetmeni : Erdal Kahraman,
Müzik: Serdar Yalçın, Mazlum Çimen
Yapım Yeni Yapım Film ve Reklamclık Org. San.Tic. Lti. Şti. – Hyperion S.A – Focus film ,(Eurimages ve TC. Kültür
Bakanlığı, Yunan Film Merkezi desteğiyle)


Senaryo Danışmanı: Fehmi Yaşar, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Natali Yeres, Sanat Yön. Yrd: Selda Ülkenciler, Özgür Selvi, Yasemin Kalaba, Yönetmen Yardımcıları: Peter Racz, Feridun Koç, Pınar Dökmen, Ses Kayıt: Dinos Kittou, Ses Teknisyeni: Nail Yurtsever, Yaylı Grubu: İstanbul Quartet (Düdük: Ertan Tekin, Gitar: Erdinç Şenyaylar, Kanun: Göksel Kartal, Kaval: Turgay Güzelcan, Bas Gitar: Murat Açıkalınyiğit), Konak Vokal: Servet Kocakaya, Maç Anlatıcısı: Levent Özçelik, Ulaşım: Erol Ataç, Harun Gülmez, Selim Ercan, Serkan Topal, Şener Topal, Onur Avcı, Kast Sorumlusu: Zebil Yapım, Miksaj: Thannassis Arvanitis, Kurgu: Nikos Kanakis, Kurgu Ast: Nikos Alpantakis, Yapım: Handan İpekçi,


Devamlılık yazmanı: Nursel Doğan, 1. Kamera: Ast: Feza Çaldıran, 2.Kamera: Ast: Deniz Eyüboğlu, Video Ast: Burak Şenbacak, Boom Operatörü: Glorgos Vassillou, Marangozlar: Ali Rıza Altınkek, Hayati Gülbahar, Cemal Ergiz, Boyacılar: Bektaş İldem, Kenan Sarıtaş, Iiık Şefi: Günce Özberk, Işık Yard: Emre Onat, Kaan Korkmaz, Statikem Operatörü: Ercan Yılmaz, Kostüm Sorumluları: Ferenc Schöffer, Gyorgy Homonnay, Cem Başeski, Set Amiri: Melih Sezgin, Set Yard: Zafer Yılmaz, Tolga Yarım, Özel Efekt: Ahmet Topal, Makyöz: Öznur Özkan, Kuaför: Dilek Öztürk, Kürtçe Çeviri: Murat Batgl, Kürtçe Hocaları: Murat Batgl, Yıldız Gültekin, Kazım Öz, Nursel Doğan, Müzik Stüdyosu: Sound Stüdyo, Laboratuar: Sklavis Stüdyo-Atina, Negativ Kurgu: Vangelis Gousslas, Renk Düzeltme: Dimitris Kirtakou, Jenerik: Manolis Sakadakis, Yapım Sorumlusu: Şahin Alpaslan, Yapım Yardımcıları: Regina Daranyı, Seyfi Çakır, Bekir Tarık, Ortak Yapımcılar: Nikos Kanakis, Panos Papahadzie, Denes Szekeres,


Oyuncular : Şükran Güngör (Rıfat Bey), Çocuk Oyuncu Dilan Erçetin (Hejar), Füsun Demirel (Sakine), Yıldız Kenter Müzeyyen Hanım), İ.Hakkı Şen (Evdo), Sevin Yıldız (Avukat Serpil), Erdal Ceviz (erkek militan), Saniye Tunç (kız militan), Ulgar Manzakoğlu (şef polis), Polisler: Adnan Türel, Serdar Bordanacı, Zafer Yılmaz, Yıldırım Beyazıt, Halil Er, Özgür Güveloğlu, Tibor Varga, Rubert Kovacı, Alişan Ünlü (Sakine koca), Nihat Ülger (kargo görevlisi), Ferhad Balgi (minübüsteki yolcu), Zeynel Abidin (bakkal Ali), Feyyaz Duman (Garson), Zeynep Ateşer (tezgahtar), Berna Çetin (eczacı), Yakup Yavru (hareket memu-ru), Leman İpekçi (Neriman Hanımın fotoğrafı)


Konu: Evdo (Abdülkadir) yakınlarının küçük kızı Hejar'ı İstanbul'a amcasının avukat kızı Serpil Güven'in yanına getirmiştir. Hejar'ın annesi, babası ve kardeşleri vurularak öldürülmüştür. Küçük kız bu dünyada tek başına kalmıştır. Serpil, Evdo'ya kızın yanında kalmasının uygun olmadığını söylemesine karşın Hejar'ı kabul etmek zorunda kalmıştır. Serpil Güven'in karşı komşusu emekli yargıç Rıfat bey, tek başına yaşamaktadır. Oğlu yurt dışındadır. Karısı Neriman ise uzun yıllar önce ölmüştür. Yargıç Rıfat, Cumhuriyet gazetesi okuyan ve ilkelerine tutucu denilecek şekilde bağlı bir insandır. Evdo'nun Hejar'ı bırakmasından sonra apartmanın bulunduğu sokağa polis arabaları girerek yolu keserler. Serpil'in evinde saklanmakta olan Kürt tanıdıkları, Serpil'in teslim olun çağrılarını dinlemez ve silahlarını çekerek savunma pozisyonu alırlar. Polisler kapıyı açtırdıklarında içeriden ateşle karşılaşınca evi tarayarak içeride avukat Serpil dahil herkesi öldürürler. Bu arada polis timinden biri baskın sırasında yargıç Rıfat'ın zilini çalmış ve onu çatışma sırasında evde tutmuştur. Ortalığın durulmasından sonra polisler, Serpil'in evinde arama yapmaya devam ederken apartman sakinleri-nin de evlerinden çıkmalarını engellerler. 

Polislerden biri Serpil'in evinde etrafı kolaçan ederken, küçük Hejar saklandığı dolabın içinden çıkarak çevreye bakınır. Evde birinin olduğunu fark eden Hejar, açık olan daire kapısından apartmana çıkar. Yargıcın evinin kapısı da açıktır ve o sırada evden dışarı çıkan Sakine ve yargıç Rıfat, küçük kızı fark ederek içeri alırlar. Dışarı çıkan polisle karşılaşan yargıç Rıfat, bir şey söylemez. Yargıç şaşırmasına karşın küçük kızın korkmuş halinden ve üstü başına bulaşmış kanlardan etkilenerek, hizmetçi si Sakine' den su ve bez getirmesini ister. 

Yargıç, kızı temizle-ken kızın Türkçe konuşmalara cevap vermemesine, Kürtçe konuşmasına kızar. Hejar'la Kürtçe konuşan Sakine 'yi de, Kürtçe konuşmaması için uyarır. Polisler yargıcın karşı dairesini mühürlemiş veçlerinden yetkili olan birisi yargıç Rıfat'a bir gelişme olursa kendisine verdiği telefon numarasından aramasını söYler. Bu arada aynı apartmanda yalnız yaşamakta olan ve yargıç Rıfat’a ilgi duyan Müzeyyen hanım, sabah sporlarında karşılaştığı yargıçla diyalog kurmak için çaba harcamaktadır. Müzeyyen, Rıfat’la eczanede karşılaştığında yargıcın merhem ve kesik için tedavi edici ilaç almasını merak etmiştir. Yargıç Rıfat, Sakine'ye kızı kısa sürede yetkililere vereceğini söylemesine karşın bunu yapamaz. Kendisine de itiraf etmekten korksa da, huzurevine gitmeyi düşünen yaşlı adam için sevimli küçük Kürt kızı bir can yoldaşı olmuştur. Yargıç Rıfat’la Hejar arasında kah fırtınalı kah sakin bir ilişki sürmektedir. Yargıç küçük kızı bir mağazaya götürerekona yeni kıyafetler almıştır. Bu arada Müzeyyen hanım, Rıfat beye mektup yazarak yaşamını ve yalnızlığını onunla paylaşmak istediğini belirtir. Rıfat bey, teklifi kızın hamisi olmayı istediği için kibarca reddetmiştir. Yargıcın kıza önyargılı davranması, sürekli zorla Türkçe öğretmeye çalışması kızın ona tavır aLmasına, küsmesine neden olmaktadır. Yargıç en sonunda dayanamaz yardımcısı Sakine'den kendisine Kürtçe öğret-mesi için yardım ister. Bu arada Sakine'nin gerçek isminin de Rojda oldu-ğunu öğrenir. Kızı evlat edinebilmek için nüfustan kayıtları araştıran Rıfat, kızın annesi Dilşah, babası Hasan ve kardeşlerinin öldüğünü öğrenir. Kızın elbisesinin cebinden çıkan Evdo 'nun adresini bulan Rıfat, kızı da alarak İkitelli'deki adrese gider.

 Evdo'nun kaldığı eve ulaşmadan önce Hejar'ı yakındaki otobüs noktasında bir görevliye emanet eden Rıfat bey, Evdo'nun kaldığı eve ulaştığında gördüğü yoksulluk yüzünden gerçeği açıklayamaz. Hejar'la geri dönen Rıfat bey, küçük kıza giderek bağlanmaya başlamıştır. Bu arada televizyonda bölücü militanlarla birlikte avukat Serpil'in de öldüğünü duyan Evdo, aceleyle kadının apartmanına gitmiş ve kimseyi bulamayınca çaresizlikle koridora çöküp kaldığı sırada Rıfat bey ve Hejar gelirler. Küçük kızı gören Evdo, büyük bir sevinç ve sevgiyle kıza sarılır. Yargıç Rıfat'ın evinde otururlarken Hejar eve ilk geldiği günkü elbiselerini giyerek Evdo'nun yanına gelmiş ve annesine gitmek istediğini söylemiştir. Evdo, Hejar'a anne, babası ve kardeşlerini toprağa gömdüklerini anlatmaya çalışır. Fakat küçük kız gitmekte ısrarcıdır. Evdo'nun elini tutarak evden ayrılmak üzere olan Hejar'a, Rıfat beyonun için aldığı paltoyu ve şapkayı vererek küçük can yoldaşını uğurlar.

Ödülleri;


 38. Antalya Film Şenliği, 2001
► En İyi Film 

► “Handan İpekçi” En İyi Senaryo
►“Füsun Demirel” En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu 

► “İsmail Hakkı Şen”En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu 
►“Dilan Erçetin” Jüri Özel Ödülü

 13. Ankara Film Festivali, 2001
► “ Şükran Güngör” En İyi Erkek Oyuncu
►“Füsun Demirel” En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
►“Dilan Erçetin” Umut Veren Yeni Oyuncu


 ÇASOD seçiminde (2001):
► "En İyi Kadın Oyuncu" (Füsun Demirel),
►"Jüri Özel Ödülü" (İssmail Hakkı Şen);


 Sadri Alışık Ödülleri (2000):

 ►"En İyi Erkek Oyuncu" (Şükran Güngör);

 SİYAD seçiminde (2002):
► En İyi Erkek Oyuncu" (Şükran Güngör),
► "En İyi Yardımcı Kadın Oyun-cu" (Füsun
► "En İyi Yardımcı Erkek Oyun-cu" (İsmail Hakkı Şen);


 26. Kahire Film Festivali (2002):
►Gümüş Piramit Ödülü "En İyi İkinci Film",
► "En İyi Senaryo" (Handan İpekçi);


 22. Uluslararası İstanbul Film Festivali (2003):
►"Radikal Gazetesi Halk Ödülü" (Büyük Adam Küçük Aşk)


 960.000 Euro bütçesi olan filmin ses ekibive ekipmanı Yunanistan'dan gelmiş, tüm laboratuar işlemleri de Atina'da yapılmış.


Çekimleri 10 hafta süren film için 234 kutu negatif harcandı. Yargıç emeklisi (Şükran Güngör) ve yargıca aşık komşu Müzeyyen Hanım'ın (Yıldız Kenter) evleri ile operasyon yapılan örgüt evi senaryoya uygun olarak stüdyoda sıfırdan kuruldu.


Oyunculuk deneyimi olmayan 5 yaşındaki Dilan Erçetin, yılların dene-yimli oyuncuları karşısında adeta onlar-la yarışırcasına oyun çıkardı. Bunda, çekimler başlamadan önce yönet-menle 3 ay boyunca senaryo çalışma-larının rolü büyüktü.


Senaryodaki Kürtçe diyalogların hazırlanması ve oyuncuların Kürtçe çalıştırılması konusunda Mezopotamya Kültür Merkezi'nden yardım alındı. Filmde asimile olmuş bir şive ile hem Türkçe hem de Kürtçe oynayan Füsun Demirel ile İ.Hakkı Şen üç ay boyunca Kürtçe çalıştılar. Yıldız Kenter de rolü çok küçük olmasına rağmen senaryoyu çok beğendiği için filme destek olmak amacıyla projede yer aldı."Babam Askerde" ile babası hapisteki çocukların iç dünyasına dokunan İpekçi, "Büyük Adam, Küçük Aşk" ile hem kentli yalnızlığına, hem de insani ilişkilerin derinliklerinde önemini kaybeden etnik farklılıklara uzanıyor…


 "Büyük Adam Küçük Aşk", öncelikle, yaşama, çıkarlardan arınmış olarak bakan iki insanın yalm sevgisini yansıtması açısından duyarlı ve önemli bir film. Handan İpekçi, ikinci uzun metrajlı filminin merkezine, hakim emeklisi yaşlı bir adamla PKK teröründe ailesini kaybetmiş küçük, sevimli Kürt kızının önce önyargılara yenik düşen, sonrasında tamamen insani zeminde süren ilişkilerini yerleştirmiş. Şüphesiz filmin amacı yaşlı bir hakim emeklisiyle yaşamın tüm acımasızlığını yaşamasına karşın çocuk safiyaneliğini kaybetmemiş küçük bir kızın ilişkisini anlatmak değil. Handan İpekçi, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına duyarlı olan her aydın gibi, temelde bir ülkenin vatandaşları arasında oluşan bir yabancılaşmayı, gerginliği sorgulamaya çalışıyor. Fakat bunu yaparken Türk sinemasında çok alışılmadık bir başarıyı tutturuyor. Bu başarının temelinde ise, yaşanılan sorunları belli kişilerin ağzından söyleve dönüştürme yerine, yaşanılan durumları başarılı ve ölçülü bir sinema diliyle sergilemesi yatıyor. (Okyay, Radikal, 2001). 


Aslında Handan İpekçi son derece barışçı bir bakış açısıyla, önyargılı olmaya çalışmadan, anlattığı insanların kendi kimliklerinden kaynaklanan insan haklarını gündeme getiriyor ve onlar hakkında düşünülmesini istiyor. Bu süreçte Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşan Hejar'la ısrarla Türkçe konuşan ve ona Türkçe öğretmeye çalışan Rıfat Bey'in değişimi de filmin yapısı içinde inandırıcı ve makul bir değişim olarak gerçekleşiyor. Yaşını başını almış, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan onur duyan bir hakimemeklisinin değişimini kolaylıkla ve hemen kabul ettiği bir çözüm olarak sunmuş olsa, Handan İpekçi hem filmin genel dokusuna zarar verirdi hem de kolaycılığa kaçmış olurdu. Aslında Rıfat Bey'in durumu, yaşadığı değişim Costa Gavras' ın geçmişte çektiği ve Şerif Gören'in yönettiği ve senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı "Yol" filmiyle Carınes'da Altın Palmiye'yi paylaşan "Kayıp" (Missing) filmini akla getiriyor. Bu filmde Jack Lemmon'un canlandırdığı baba karakteri değerlerini yaşamında her şeyden üstün tutan ve bu değerlere körü körüne inanmış bir kişiyken, oğlunun öldürülme sürecindeki gerçekler aydın-landıkça, inançları bağlamında bir deği-şimi yaşıyordu.

Filmin, Kültür Bakanlığı Sinema Video ve Müzik Eserleri Denetleme Üst Kurulu tarafından 'sakıncalı' olduğu gerekçesiyle eser işletme belgesinin önce iptal edildiğini ancak Danıştay tarafından 'aklanan' yönetmen Handan İpekçi'nin 'Büyük Adam Küçük Aşk' filminin 8 Kasım 2002 tarihinde yeniden gösterime girdi-ğini de anımsatalım (Radikal, 08.1 1.2004:20).


 Büyük Adam Küçük Aşk, düzeyli sinema dili ve yalın anlatımının ötesinde oyunculuk açısından da başarıyı tutturan bir film. Özellikle Şükran Güngör'ün, küçük Dilan Erçetin'in ve İsmail Hakkı Şen'in canlandırdıkları karakterlere yaptıkları katkı gerçekten övgüye değer. "Gazete ilanıyla (Yeni Gündem) başvuran 150 çocuk arasından seçilen Dilan Erçetin'in, Antalya'da özel bir ödül de alan oyunu, 'Babam Askerde'nin ardından, İpekçi'nin çocukları yönetmeyi bildiğinin bir başka kanıtı. .. Görüntü yönetmeni Erdal Kahraman, sanat yönetmeni M. Ziya Ülkenciler ve Natali Yeres ile filmin müziğini besteleyen Serdar Yalçın ve Mazlum Çimen ise, 'Büyük Adam Küçük Aşk'ın temiz, çizgi üstü bir film olmasında büyük pay sahibi. İpekçi'nin filmi seyircisini duygulandıran bir film. Özellikle insani değerlere önem verenler için biçilmiş kaftan" Büyük Adam Küçük Aşk, ülkemizin iç barışını tehdit eden ve yakın geçmişte durulan PKK terörü ve Kürt sorunu olgusuna değinen diğer filmlerin arasından sıyrılarak, insani zemini öne çıkaran, didaktiklikten uzaklaşarak öncelikle bir öykü anlatma çabasıyla hareket eden düzeyli bir film olarak dikkati çekiyor. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılın-da Türk Sineması” syf, 298”


" Dil O Kutsal İletişim Aracı:
“Konuyu çok sade, simgeselliği çok aşikar mı buldunuz? Haklısınız. Kağıt üzerinde öyle. Ama sinemanın, giderek sanatın bir mucizeler alanı olduğunu unutmayın.


Bu filmde de bu mucize gerçekleşiyor. İpekçi, ikinci filmini çeken bir yönetmenden beklenmeyecek bir olgunlukla, baştaki baskın sahnesinden başlayarak bizi avucunun içine alıyor. Ve bir daha da bırakmıyor.
Öyle filmler vardır ki, bir sinema yapıtı olmanın ötesine geçip bir toplumun belli bir dönemdeki en önemli sorunlarına parmak basar, en gerekli mesajları verir, en öz sözleri söylerler. Böylece bu filmler, has sinema yapıtları için kullanılabilecek olan güzel, başarılı, eğlendirici, etkileyici gibi niteliklerin ötesine geçip neredeyse 'gerekli' kategorisine otururlar.


Ama bu, o filmlerin sadece günün koşullarıyla ilişkili olarak önem taşıdığı, yarın öbür gün o sorunlar aşıldığında önemlerini yitireceği anlamına gelmez. Tıpkı Potemkin Zırhlısı, Bisiklet Hırsızlan ya da Gazap Üzümleri'nde olduğu gibi, o dönemler aşıldıktan sonra da o filmlerin klasik statüsü devam eder. Çünkü onlar, önemli toplumsal sorunlara parmak basmakla has ve özgün bir sanat yapıtı olmanın koşullarını sıra dışı biçimde birleştirmiş yapıtlardır.


Büyük Adam, Küçük Aşk için bu baş yapıtlarla kıyaslama yapmakla, filmi haksız bir yarışın içine mi atıyorum? Belki de... Ama bunu film karşısında duyduğum aşırı heyecana verin: son dönemde adına siyasal, toplumcu veya sadece hümanist deyiniz bu kulvarda yapıl-mış böylesine iyi bir Türk filmi gördüğümü hatırlamıyorum da…Filmin mesajı elbette önemli... Elbette ki adına dil dediğimiz şey bir halkın en önemli varlığı ve zenginliğidir. Ve onun üzerine erken bitmiş bir nadir çiçek gibi titremek gerekir. Kürt dili de bütün diller gibi güzeldir ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın, bu güzel topraklarda, gerektiğinde kendi dillerini de bilmeleri, konuşmaları ve onu zenginleştirmeleri kadar doğal bir şey olamaz.


Görüntü ve (biraz aşırı kullanılmış da olsa) müzik kalitesiyle şaşırtan filmde, oyuncular bize dört dörtlük bir gösteri sunuyorlar. Şükran Güngör, Füsun Demirel, Yıldız Kenter ve Kürt dedede İsmail Hakkı Şen için ne demeli, hangi övücü sözcüğü kullanmalı? Küçük Hejar rolü için Dilan Erçetin'i bulması, yönetmenin en büyük şansı olmuş. Ama ondan bu sonucu olabilmek de sanırım her yiğidin harcı değildi.


- Filmi, son tahlilde, dilin ve iletişimin önemi üzerine bir duygusal parabol ya da politik bir 'fable' olarak ele almak mümkün. Ama, bırakınız Kürtçe'yi, Çetin Altan'ın dediği gibi, artık sadece 400 kelimeyle konuşarak güzelim Türk dilini yok olmanın eşiğine getirip bırakan bir ülkede, bu mesaj ve bu bildiri her zamankinden daha önemli... (Atilla Dorsay “Sinemamızda Çölküş ve Rönesans Yılla-rı” syf: 50)


  Türk sinemasında pek görmeye alışık olmadığımız 'iki benzemez bir arada' temasını Handan İpekçi Büyük Adam Küçük Aşk'ta kullanmış. Ama ne yazık ki, bu temayı kullanan filmlerin başarısı için gereken iki karakter arasındaki çatışma-yı, gelişmeyi hiçbir şekilde kuramaması bir tarafa, karakter çözümlemesini bile doğru yapamadığı için bu beraberlik baştan itibaren inandırıcı değil. Film beş yaşındaki Kürt kızı Hejar'ın, bulunduğu eve polisin yaptığı baskından kurtulup kimse fark etmeden karşı daireye, emekli yargıç Rıfkı Bey'in evine sığınması ile başlar. Emekli yargıç bu zoraki ev misafirini polise bildirmeyi nedense düşünmez ve filmin inandırıcılığı da hemen bu noktada sorgulanmaya ihtiyaç duyar. Tüm hayatını belli kurallara, belli bir sisteme, belli bir düşünce biçimine göre şekillendirmiş olan Rıfkı Bey, nasıl olur da birden-bire tamamen tüm yaşam tarzına aykırı olarak hareket edip kızı evde tutmaya karar verir? Besbelli film yapılabilsin diye! Rıfkı Bey yaşlıdır, uzun zamandır duldur, hanım komşusunun arkadaşlık üvertürlerini reddederek tamamen yalnız bir yaşamı yeğlemektedir. Ama gelin görün ki, aniden bu düzenli yaşamının içine düşüveren Hejar'ı ne polise verir, ne de kızın üzerinde bulduğu adresle temasa geçerek onu bir yerlere teslim etme-ye niyetlenir (Filmin sonlarına doğru gittiği o adrese hemen gitmesi gerekmez mi?). 

Yargıç, en doğal şeymiş gibi evde Hejar'la yaşamaya başlar. Peki, bir düzen içinde yaşamaya alışmış emekli yargıcın plansızlığı ve bu denli ne yapacağını bilmeden günlerini küçük kızla öylesine geçirmesi, kabul edilebilir bir öykü gelişmesi olabilir mi? Üstelik ne yargıç Kürtçe bilmektedir, ne de küçük kız Türkçe. Yargıç, Kürtçe konuştuğu için küçük kızı habire azarlamakla kalmaz, eve gelen yardımcısının kızla Kürtçe anlaşmasını da yasaklar. Diğer taraftankızı evde tutma konusunda ısrarlıdır. Böylece katıksız Türk milliyetçisi yargıcımız, aynı lisanı konuşamadığı, ne istediğini anlamaya da lüzum görmediği beş yaşındaki bir kız çocuğu ile aynı evde süresi belli olmayan bir yaşam kurmayı çok normal karşılamaktadır. Pes doğrusu! Ben bir emekli yargıç olsam 'yargıçları nasıl bu kadar mantıksız olabilen bireyler olarak çiziyorsunuz' diye Handan İpekçi'ye sorgu sual ederdim. Hani bu inandırıcılıktan nasibini almamış birlikteliği yutalım; bari karakterler arasında gelişen bir çatışma kurabilseymiş yönetmen. Ne yazık ki bu da becerilememiş. Tüm çatışma Yargıç Bey'in "Niye Türkçe konuşmuyorsun?" diye söylenip durması ve küçük kızın surat asmasından ibaret. Bir buçuk saat boyunca, bitmez tükenmez bir keçi boynuzu şeklinde bunu izliyoruz. Filmin dörtte üçü bittiğinde "eh, artık zamanı geldi" dercesine yönetmen, Rıfkı Bey'in tavrını birdenbire değiştiriyor. "Yargıç Bey televizyonda ard arda gelen üç görüntü izledi" diye oluyor. Üç görüntü ve şipşak; hoşgörü uzmanı, gülücükler saçan, anlayış abidesi yepyeni bir yargıç karşınızda. Dahası (herhalde vahiy indiğinden) Kürtçe "ağlama" diyen ve küçük kıza olan sevgisinden (?) kendi ağlayan bir yargıç. Buna karşılık somurtkan küçük kızımız da birden munis bakışlı oluvermiştir ve tahmin edilebileceği gibi yargıç 'doğru yolu bulmuştur'; ama küçük kız (film artık nasılsa iki saatini doldurduğu için) büyükbabasına teslim edilir. Bir 'iki benzemez' hikâyesindeki ilişkinin bu denli tekdüze işlendiği, karakter çözümlemesinin bu kadar beceriksiz olduğu bir başka film hatırlamıyorum. Böylesine yavan bir senaryonun Antalya'da en iyi senaryo dalında Altın Portakal alması ise şaka herhalde.

Senaryo, yargıçla küçük Kürt kızının ilişkisini veremeyince, filmin mesajı dahavada kalıyor. Veya şöyle söyleyelim: "Daha anlayışlı ve hoşgörülü olalım", "Türkçe bilmeyen Kürtler de var, onlar konuşmasın mı yani" gibi (doğru) mesajlar sanki ilkokul dördüncü sınıf (hadi haksızlık etmeyelim, ileri üçüncü sınıf da olabilir) düzeyinde bir seyirci topluluğu hedeflermişcesine basit bir şekilde verilmiş oluyor.


Filmin bir erdemini bulmak isteyip mesela görüntülere bakarsanız, durum gene vahim. Duru anlatım uğruna videodan çekilmişçesine düz perspektifler ve müsamere düzeyinde açılar ve kadrajlar görüyoruz film boyunca.


Oyunculara gelince; Antalya'da jüri özel ödülü alan küçük oyuncu Dilan Erçetin'in film boyunca iki biçim yüz if-desi var sadece. Biri aksi, lanet, somu-kan; diğeri ise 'cici çocuk' ifadesi. Bu kadarı beş yaşındaki çocuğa ödül getimek için yeterli diyorsanız, onu bilemem. Şükran Güngör gibi çok deneyimli bir oyuncu rolünde sırıtmıyor; ama bence karakterinin iyi çizilmemiş olduğunun o da farkında. Füsun Demirel (o her z-man iyi) ve İsmail Hakkı Şen'e diyecek yok da elinde hikâyeden, karakterinden ve filmden tümüyle kopuk bir fino köp-ği ile dolaşan Yıldız Kenter'e ne demeli? Bu büyük oyuncu ne yer yer yama gibi duran karakterine, ne de gezdirdiği finoya ısınabilmiş sanki.


Son söz, Türk filmlerini değerlendiren belli bir eleştirmen grubuna: Kendilerinin de bazen kabul ettiği gibi 'çifte standart' uyguluyorlar ve Türk sinemasını kalkındır-mak adına aşırı bir hoşgörü ile bakıyorlar başarısız bir sürü Türk filmine. İşte ben bunu Türk sinemasına bir hakaret olarak görüyorum. İş Türk filmini değerlendirm-ye gelince çıtayı düşürüp, beklentiyi azaltmak ve değerlendirmeyi ona göre yapmak, 'bir Türk filmi için bu kadar yeter' tavrına girmek bir çeşit aşağılamaolmuyor mu? Büyük Adam Küçük Aşk, Türk-Kürt sorunsalı üzerine vermeye çalı-tığı mesaj yüzünden ödül ve övgü toplamaktaysa, aynı konuda çok daha fazla doğruyu çok cesurca ve iyi bir sinema diliyle söyleyen Yeşim Ustaoğlu'nun Güneşe Yolculuk filmi niye öksüz bırakıldı peki? Yoksa söylenecek doğruların da sınırı mı var? “Mithat Alam “Alt Yazı Sinema Dergisi” Aralık 2001”


BÜYÜK ADAM KÜÇÜK AŞK YASAKLANDI!
The Guardian, 5 Mart 2002 “…T.C. Kültür bakanlığı kısmen desteklediği ve yaban-cı film dalında Türkiye’nin oskat Umudu olan filmi yasakladı.”
Financial Times, 1.Mayıs 2002 “Peter Aspden”. “…bu sene festival, Handan İpekçi’nin Hejar filminin sansür kurulu tarafından yasaklanmasıyla, kaçınılmaz biçimde ulusal yarışma bölümüne odak-landı.”


Nanni Moretti, 2001 İstanbul Film Festivalin kapanış konuşmasından:


 “…sinema afişte gösterildiği gibi sadece popcorn değildir. Aynı zamanda duyguların ifadesi ve özgürlük hakkında önemli şeyler söylemektir.
Kültür Bakanlığı'nın 45 milyar lira destek verdiği, yurtiçi festivallerde pek çok ödül kazanmış, Oscar'da Türkiye'yi temsil etmek üzere aday adayı seçilmiş Büyük Adam Küçük Aşk filminin yasak-landığı açıklandı.


Handan İpekçi'nin yönettiği film Denetleme Alt Kurulu tarafından incelenmiş ve 19 Ekim 2001 tarihinde vizyona girmişti. 102 bini aşkın seyirci tarafından izlenen filmi Emniyet Müdürlüğü'nün raporu doğrultusunda yeniden inceleyen Sinema, Video ve Müzik Eserleri Denetleme Üst Kurulu, gösterime girdikten beş ay sonra filmi yasakladı. Raporda filmin polisin yargısız infaz yaptığı mesajını verdiği, Kürt dili ve kimliğine karşı şoven yaklaşım sergilediği, Emniyet Teşkilatı'na güven duygusunu zedeleyici mahiyetteolduğu ve bölücü propagandalarla paralellik arz ettiği belirtiliyordu.


Yasağın öğrenilmesinin ardından gazeteler "destek olduğu filmi yasakladı" şeklinde başlıklarla Kültür Bakade, iyi ve güzel hedeflerle, kardeşlik mesajı verilmek için yola çıkmış filmin daha sonra, fazla ilgi çekmek için bazı kesimlerin tepkisini çekerek, bazılarının ilgisini istismar ederek bu güzel hedefleri yok ettiği izlenimini uyandırdı" diyen Talay yasak kararının kesinleşmesi için yargısal süreç bulunduğunu belirtti ve verilen maddi destek konusunda "İlgili yönetmelikte bu durumlarda para geri alınır hükmü yok. Ancak bundan sonra böyle bir hüküm koymayı düşünüyoruz Bu filmle ilgiliyse hukuki değerlendirme yapmamız gerekir" şeklinde konuştu.


6 Mart'ta SESAM'da bir basın toplantısı düzenleyen Handan İpekçi ise, kültüre ve sanata duyarlı bir Kültür Bakanı ile karşı saflara düşmüş olmaktan üzüntü duyduğunu, olayın kaynaklarının başka olduğunu, bakanlığın da, filmin de kurban seçildiğini söyledi. Bakanın filmi izlememiş olmasına da sitem eden yönetmen filmin iddia edilenin aksine sevgi ve kardeşlik mesajı verdiğini beirtti. Çeşitli meslek örgütleri adına sözalan kişiler İpekçi'yi destekleyen ve yasağı kınayan konuşmalar yaptılar. Oyuncu Selda Alkor, toplantıya gönderdiği faksla kuruldan istifa ettiğini duyurdu. Alkor'la dönüşümlü görev yapan Meltem Savcı da aynı kararı aldığını açıkladı. Oyuncu Rutkay Aziz'in kurulun tümüyle kalkması, bunun için imza toplanması önerisi dikkat çekti. Ancak bu konuda bir girişim yapılmadı. Kurulda filmin yasaklanmaması yönünde oy kullanan Yılmaz Atadeniz istifayla bir yere varılamayacağını, kurullarda daha güçlü olmanın yollarını aramak gerektiğini vurguladı.


Altyazı'ya özel bir açıklamada bulunan Atadeniz filmi çok beğenip İpekçi'yi ilk tebrik edenlerden biri ve filmi Oscar'a gönderen kurulun üyesi olduğunu hatırlattı. Haksız yere eleştirilen bakanlığın da partilerden, İçişleri ve Emniyet'ten gelen bütün baskılara rağmen son ana kadar her aşamada filmi ve yönetmeni himayesine aldığını ancak, izin alınmadan "Hejar" ismiyle afiş bastırılıp altına bakanlığın armasının konulması ve Berlin'de dağıtılan broşürlerdeki bazı ifadeler üzerine daha fazla savunamaz hale geldiğini söyledi. Atadeniz "Handan, Berlin'de yanlış zamanda yanlış iş yaptı. Böyle iyi bir filmin sonu böyle olmamalıydı" dedi.


Kendisiyle görüştüğümüz Handan İpekçi ise Atadeniz'e karşılık vermek istemediğini belirterek sanatın magazin sayfalarında görülenden ibaret olmadığını, eleştirinin sanatın ayrılmaz bir parçası olduğunu, sanatçıların en az politikacılar kadar söyleyeceklerinin olduğunun anlaşılması gerektiğini, resmi söylemin dışına çıkan eserlerin önüne yasaklamalarla geçmenin günümüz dünyasına yakışmadığını, bir ülkenin Kültür Bakanının, sebebi ne olursa olsun, bir sanat eserinin yasaklanmasını savunmasının çok acı, çok ironik olduğunu vurguladı. "Senaryo çalışmasının sonu yoktur" diyen İpekçi, her yönetmenin film tamamlandıktan sonra da, gerekli görürse sahne çıkarıp eklediğini, kendisinin de gerekli gördüğü içinfinalini değiştirdiği filminin bu haliyle da-ha birleştirici ve bütünleştirici olduğunu söyledi. "Yasaklamaya karar verenler anlamadığı için açıklamak zorunda kalmak bana utanç veriyor" diyen yönetmen "Cumhuriyet aydınını temsil eden Rıfat beyin, var olmayan ailesine geri dönen ama bir süre sonra kendisine döneceği gün gibi aşikar olan, kedisini bile Rıfat beyde bırakan çocuğun yerel giysilerinin üzerine kendi aldığı paltoyu ve şapkayı giydirmesinin, dikkatli bir film okuyucusu tarafından alt kimlik-üst kimlik göndermesi olduğu, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak farklı alt kimliklerin olabileceğinin ve bir arada yaşanabileceğinin anlatıldığı anlaşılırdı" açıklamasında bulundu.


Bu arada Oscar aday adaylığında ilk beşe giremeyen film -ki Bakanlığın bilinçli bir şekilde filmi orada yalnız bıraktığını belirtiyor İpekçi- elenmiş durumda. İstanbul Film Festivali'nde yer alacağı ilan edilen filmin akıbeti henüz netleşmiş değil. Festival yöneticileri kendileri açısından herhangi bir sorun olmadığını belirtirlerken İpekçi "festivaldeki gösterim gününe kadar, mahkemeden 'yürütmeyi durdurma' kararı alabilirsek katılabileceğiz" dedi.
Öyle görünüyor ki olayın yankıları bir süre daha devam edecek. Biz kazananın "sinema" olmasını ve bu olayın Handan İpekçi'nin yeni projelere imza atmasının önüne geçmemesini diliyoruz. “ALT YAZI Sinema Dergisi Nisan 2002”





https://vimeo.com/37961089

FİLM İZLE

97) DONDURMAM GAYMAK "2005"

Senaryo ve Yönetmen: Yüksel Aksu,
Görüntü Yönetmeni:  Eyüp Boz,
Müzik: Baba Zula,
Yapım: Mkara Film / Hermes Film Yüksel Aksu, Tankut Kılınç,Eyüp Boz, Bülent Helvacı


Yardımcı Yönetmen: Güliz Sağlam, 2. Yönetmen: Tankut Kılınç, 1. Yönetmen Asistanı: Burcu Dabak, 2. Yönetmen Asistanı: Deniz Sarıbaş, 3. Yönetmen Asistanı: Caner Ceyhan, 1. Kamera Asistanı: Serdar Güz, Engin Özkaya, 2. Kamera Asistanı: Barboros Engin, 3. Kamera Asistanı: Volkan Öztürk, Bilger Duygu Fırat, Emrah Kaya, Sanat Yönetmeni: Yıldız Uysal, Figen Erdöş, Post Prodüksiyon Yönetmeni: Özün Süzen, Boom Operatörü: Enis Danabaş, Dolly Operatörü: Kenan Bal, Jimmy Operatörü: Serkan Hasekioğlu, Doly Opr. Asistanı: Hüseyin Keleş, Jimmy Opr. Ast: Cumhur Büyüktaş, Set Asistanları: Ali Canıbeyaz, Uğur Metin, Süleyman Atar, Murat Gül, Jeneratör: Sinan Çiftçi, Ulaşım: Muhammer Ünal, Hayrettin Kılıç, Tanju Kaya, Servet Kafadar, Ses Operatörü: Suat Alhan, Işık Şefi: Abdullah Yazıcı, Set Amiri: Selim Arıcı, Mustafa Boduroğlu, Genel Koordinatör: Ahmet Aksu, Süpervizör: Üstün Barışta, Kurgu: Sedat Karadeniz, Oyuncu Eğitmeni: Mehmet Ali Alabora, Dramaturji: Hakan Lokanoğlu, Yücel Can, Yapım Yardımcıları: Levent Aras, Hidayet Çakır, Gökhan Sevinç, Yapım Yönetmeni: Tolga Afşin Kaya, Yapım Tasarım: Tan Berk Kurtcebe, Bora Batur, Burçin Balu, Ortak Yapımcılar: Elif Dağdeviren Güven, Bülent Helvacı,


Oyuncular: Turan Özdemir (Ali), Gülnihal Demir (Canfeda), İsmet Can Suda (Tingöz Kerim), Ulaş Sarıbaş (Namil), Canberk Zaifoğlu, Altuğ Sarıbaş, Kadir Kapız, Ali Dural, Hüseyin Dural, Alptuğ Şevik (Çete), Zeynep Özal (Güzel Kız), Recep Yener (Hoca), Tolga Çandar (Doktor), Mehmet Gökmen (Arif Dede), Nejat Altınsoy (Komünizt Mustafa), Saadettin Ünsal (Bekçi), Celil Yağız (Beyaz Eşyacı), Alaattin Sakar (Maraş Dondurmacısı), Ayşe Arslan (Tingöz Anne), Ali Şefik (Tingöz Baba), Burçin Batu (Melih), Burcu Tuna (Zeynep), Sinem Altıok (Torun), Burcu Baydur (Torun), Muhammet Kıyak (Berber), Erdinç Özal (Kahveci), Tünay Ürper (Kırtasiyeci), Özcan Gözer (Büfeci), Muammer Gökmen (Terzi), Leven Aras (Keçi Çobanı), Metin Yıldız (Gazeteci), Fevzi Tuna (Mısırcı), Sabriye Günüç (Reklam Oyuncusu), Sultan Tolgukadem (Yörük Kadın), Mehmet Özbek (Polis Memuru), Yusuf Çekli (Polis Memuru), Hidayet Çakır (Büfeci), Ozan Kıyak (Büfeci), Salih Kara (Büfeci), Baki Yağlı (Eşekli Köylü), Oral Günüç (Cümbüşçü), Ufuk Cumhur (Darbukacı), Şerafettin Kavanoz (Kemancı), Gülizar Aksu (Traktördeki Kadın), Osman Aksu (Müezzin), Ahmet Aksu (Muavin), Semra Karagüzel (Haber Spikeri), Yeter Altıok (Tütün Dizen Kadın)

Konu: Bir cinnet, bazen her şeyin çözümü olabilir... Yüksel Aksu, senaryosuna da imza attığı ilk konulu filminde, kendisinin iki katı irilikte olan karısı Canfeda'yla sık sık kapışıp cinnetin eşiğine gelen Ege'li dondurmacı Ali Usta'nın öyküsünü 'kahraman bakkal süpermarkete karşı' mesajlarıyla sunuyor. Baba mesleği dondurmacılığı sürdürebilmek için banka kredisiyle küçük bir motorsiklet alan, üstüne üstlük yerel televizyona reklam veren, konu komşunun alaylarına muhatap olsa da kendine büyük güven duyarak yoluna devam eden sevimli  Küreselleşen dünyada eski usûl üretim yapan küçük insanın 'devlerle' mücadelesini trajikomik bir şekilde öyküleyen "Dondurmam Gaymak", aslında yalnızca Ali Usta'nın değil, küçük Ege kasabasının tüm küçük insanlarının filmi. Yüksel Aksu, yörenin çocuğu olmanın avantajlarım çok iyi kullanmış, enfes ayrıntılar yakalamış. Bazen hüzünlendiren ama çoğunlukla neşe veren "Dondurmam Gaymak", baştan sona gırgırı şamatası, çoluğu çocuğu ve güneşi bol. Güney Ege şivesinin tüm lezzetini taşıyan bir Akdeniz filmi havasında... Gerek yönetmenlerinin ilk filmi olmaları gerekse sıradan insanların dünyalarına büyük bir samimiyetle yaklaşmaları nedeniyle "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"la yakın akraba sayılabilecek "Dondurmam Gaymak", üç profesyonel sanatçının dışında yaşamlarında ilk kez kamera karşısına geçmiş oyunculardan 'tam isabet' kıvamında verim alıyor. "Her insan bir rolü mükemmel oynayabilir: Kendini," diyen Vittorio De Sica'ya yollanan selam da bu noktada belirginleşiyor zaten. Belgesel film çalışmalarıylada tanınan yönetmenin "Öyle büyük olaylar yok, halk destanı da anlatmıyorum, yalnızca bir Ege geyiği," diyerek tanımladığı film, öyküye eldiven gibi uyan şarkı ve müzikleriyle de ayrı bir coşku veriyor seyirciye.


Tıpkı başkahramam Ali Usta'nın dondurma piyasasına yönelik cüreti gibi, milyon dolarlık filmlerin karşısına imece usulü kotarılmış yarı profesyonel bir çalışmayla çıkıp seyirciden de eleştirmenlerden de tam not alan Yüksel Aksu, filminin Oscar aday adayı olmasıyla sanatın parayla pulla ölçülemeyeceğini de bir kez daha göstermişti. Bazı dondurma firmalarının ürünlerinin kötülendiği gerekçesiyle film aleyhine dava açmaları da işin 'kaymağı' olmuştu neresinden bakıl-sa. (TA.) Sinema En İyi 100 Film


 "Dondurmam Gaymak" Muğla’dan bir hikayeyle yola çıkan, küçük bir dondurmacının büyük markalara karşı hayatta kalma mücadelesini komik bir dille anlatan ve tüm oyuncuları Muğla-Ula halkından oluşan sahici bir film. Filminin yönetmen ve senaristi Yüksel Aksu, filmini tek bir cümleyle özetliyor:


"İstedik ki Dondurmam Gaymak küçük esnafın, küçük kasabanın, küçük insanların büyük filmi olsun." Aksu da doğma büyü-me Muğlalı. Küçükken, şimdi hayatını film yaptığı dondurmacı Ali Usta’nın yanında yedi yıl çıraklık yapmış. Filmin adı da Ali Usta’nın babasının dondurma satarken bağırdığı o cümleden çıkmış: "Dordurmam Gaymak, anası kızından oynak." Aksu filmde tamamen kendi hikayesini anlatıyor. "

Bir yönetmenin ilk filmi, en samimi ve en iyi bildiği şeylerden biri olmalı" diyor. Yüksel Aksu’yla birlikte Muğla- Ula’da filmin oyuncularını tek tek ziyaret ettik. Küfürbaz keçi çobanıyla da tanış-tık, gençken kasabada çırılçıplak dola-şan Son Mohikan’la da... (Sibel Arna DHA Muğla)


FİLME İLHAM KAYNAĞI NASİP DONDURMA

Dondurmam Gaymak filmine ilham veren gerçek dondurmacı ustası Ali Özsoy 56 yaşında, hala Ula’daki "Nasip Dondurma" dükkanında dondurma satmaya çalışıyor. Kışları yine pamuk helva işine giriyor, bir de büyük baş hayvan satıyor, Doğma büyüme Ulalı


Metin Yıldız 44 yaşında, Milli Piyango satıcısı. Filmde seyyar gazeteci zevk olsun diye oynadım rol için çok da çalışmadım ucunda para yoktu.
Lakabı topal Metin. İki yaşında geçirdiği bir hastalık ve sonrasında yediği dayaklar yüzünden omurilik kemiği eğri, her iki kalçası da çıkık. Yüksel Aksu’yu çocukluğundan beri tanıyor: "Birlikte büyüdük. Aynı ustaya çıraklık yaptık. Metin çok küçükken ailesinin zoruyla dilencilik yapmış ama aklı erince evi terk edip hayatını kazanmaya başlamış. Yıldız, rolünü "Parasal yönden değil de bir zevk, bir anı olsun diye" kabul etmiş. "Zaten çok da çalışmadım rolüme. Ezber falan yapmadım. Ucunda para olmadığı için!"


Fevzi Tuna yaşı 47, balıkçı. Filmde mısır satıcısı Yaz geceleri 55 bira falan içerim, sete erken gelmek zor oldu, İki tane lakabı var. Arap Fevzi ve Son Mohikan. Arap, çünkü kökenleri Sudan’a dayanıyor. Son Mohikan, çünkü bir zamanlar köy meydanında çırılçıplak, elinde mızrakla dolaştığını söyleyenler var. Mesleği balıkçılık. Hiç evlenmemiş, Yüksel, Fevzi’nin gençliğini şöyle anlatı-yor: "Her zaman balıkçılar arasında efsane oldu. Bizim köyde punk hareketini başlatan kişidir Fevzi. Hatta bir ara kafasına kuş kafesi yapmış içine de iki tane yapay kuş koymuştu." Filmde mısır satıcısını oynuyor. Dondurmacının yakın arkadaşı, dert ortağı. İki ana görevi var. Teselli etmek ve kavgaları ayırmak. Fevzi, çekim günleri çok zorlanmış. Sultan Tolgu Kadem (67), keçi çobanı. Filmde kendini oynuyor. Gelinliğimi diktirdiğim paraya keçi boku kadar dondurma veriyor


Yetmişine merdiven dayamış, bir deri bir kemik, şişe dibi gözlüklü. Dudağının kenarında her daim bir sigara.. Hayatını keçi çobanlığı yaparak kazanıyor. Doğuştan agresif. Sürekli herkese ana avrat küfür ediyor. Köyde film çekilmesine çok bozuluyor. Yönetmen deyyus, çalışanlar cenabet! Yüksel Aksu, bu kadına bayılıyor.. 20 yıldır keçi çobanı. Önceden ev karısıydım, diyor. Kocası ölmüş. Özürlü bir çocuğu var. Filmdeki rolü gerçek hayattaki ile aynı. Sinirli bir keçi çobanını oynuyor. Dondurmacıya beddua ediyor. Sebebi ne? Çünkü dondurmacı dondurmayı pahalıya satıyor. "Benim gelinliğimi diktirdiğim paraya kuş boku kadar dondurma veriyor. Sapık mıdır nedir?"
Gülnihal Demir (53), emekli bankacı. Filmde sıska dondurmacının şişman karısı, O kadar başarılı ki başrolü hakkıyla kaptı


İki yıl önce Yüksel’in çektiği Büyük Yalan dizisinde Ağıtçı’ymış. Ağıtçı ne diyoruz, anlatıyor: "Bizim buralarda böyle bir iş vardır. Bazı kadınlar cenaze olan evlere gidip ağıt yakar. Ben altı yıl evvel yeğenimin cenazesinde başladım. Çok duygulanmıştım, kendimi tutamadım. O günden sonra tanıdığım biri vefat ettiğinde gidip cenazesinde ağıt yakıyorum. Ağlama sıkıntısı yaşayan, nutku tutulmuş insanları rahatlatıyorum." Dondurmacının karısı aslında bir başrol. Yüksel Aksu ilk zamanlar bu rol içinde profesyonel bir oyuncu düşünüyormuş. Gülnihal Demir’e de ayyaş kocasını döven kadın rolünü vermeyi planlıyormuş. Ancak Gülnihal Hanım provalar sırasında o kadar başarılı olmuş ki rolü kapmış. 113 kilo olması da işine yaramış tabii. Yönetmenin görüşü şöyle: "Sıska dondurmacı ile yan yana geldiklerindeçok komik bir resim verdiler. O Kibele, dondurmacı Falk."


ÖDÜL:


 Dondurmam Gaymak” New York Queens Film Festivali'nde (20.11.2006)
►en iyi komedi filmi
►en iyi yönetmen


Muğla'da tamamen amatör oyuncularla çekilen film Oscar yarışında Ice Cream,i Scream adıyla yer alacak. Tüm işittikleriniz doğru: “Dondurmam Gaymak”, gerçekten de çeşitli açılardan ilgiyi hak eden, kendine özgü bir film.
Öncelikle bu, dışarıda da örneklerine çok az rastlanan bir “taşra filmi”. Gerçi ayni kategoriye sokulabilecek olan “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” gibi, yönetmeni İstanbul dışın-da, köyde yaşamıyor. Ama film, tümüyle uzak bir yörenin, Muğla çevresinin kültürüne ve yaşam biçimine adanmış.


Film, babadan dondurmacı Ali Usta’nın yaşamından bir kesit. Mesleğini büyük firmaların rekabetine karşı koru-maya çalışan ve bu arada köyün sosyalistinden uluslararası tekelcilik konusunda nutuklar dinleyen usta, bir yerel TV’ye reklam bile veriyor. Ne yazık ki kasabanın doymak bilmeyen bir çekirge sürüsü gibi tarlaları yağmalayan çocuklar çetesi, arabasına musallat olacak ve dondurma yemek için onu alıp kaçacaktır.


Bu çağdaş ve yerel “Bisiklet Hırsızları”, alçakgönüllü, ama sınırlarını çok iyi çizmiş bir sinema örneği. Öncelikle başroldeki Turan Özdemir’den gayri tüm oyuncular amatör ve hemen hepsi yerel halktan seçilmiş. Bu seçimin doğruluğu ve yönetimdeki ustalık az şey değil.


Birkaç TV dizisinden gelen Yüksel Aksu, yöre halkını, çevresini ve kültürünü çokiyi kullanmış. Sayısı hayli olan kalabalık sahneleri de çok iyi halletmiş ve bu sahnelerde büyük bir dinamizm yakalamış. Gerçi seçilen tertemiz köy, bir ara bir operet sahnesine dönüşmüyor değil (İnsan nerdeyse biraz kir ve çamur, biraz kargaşa özlüyor!). Özellikle çocukların arabayı takip sahneleri de bir yerde tekdüzeleşiyor.


Ama sonunda tüm bu yan eleştiriler, filmin genel çekiciliği yanında önemsiz kalıyor. Benim için başlıca sorun, hiç taviz verilmeyen Muğla lehçesini izlemek oldu. Ama ben de bu küçük rahatsızlığımı çabucak yendim. Ve kendimi Muğla köylülerinin taa Amerikalara uzanan ve Oscar’ın kapısına dek gelen dondurma macerasına kaptırdım. Size de ayni şeyi tavsiye ederim. (Atilla Dorsay)



https://www.youtube.com/watch?v=P3ETnD_UD7Q


96) VAVİEN "2009"

Yönetmen: Yağmur Taylan, Durul Taylan,
Senaryo: Engin Günaydın,
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki,
Müzik: Atilla Özdemiroğlu
Yapım: İmaj /Müge Kolat



Kurgu: Bora Gökşingöl, Sanat Yönetmeni: Elif Tasçıoğlu, Yardımcı Yönetmen: Ayhan Özen, Yönetmen Yardımcısı: Burcu Alptekin, Şahin Çetinkaya, Renk Düzenleme : Bora Gökşingöl, Grafik Tasarım: Murat Arlı, Ses Süpervizörü: Ray Gillon, Işık Şefi: Kadir Yazıcı, Focus Puller: Serkan Gülgüler, Kamera Asistanları: Önder Güral, Emre Özel, Sanat Yön. Yardımcıları: Erim Gayretli, Bora Deniz, DilekYapköz, Set Amiri: Kenan Şahin, Kostüm: Sevda Alemdaroğlu, Makyöz: Refika Yazıcı, Kuaför: Ercüment Küçükelmas, Işık Ekibi: İbrahim Erenel, İhsdan İşçi, Boom Operatörü: Sonat Hançer, Set Ekibi: Kemal Şahin, Eyüp Cevahiroğlu, Hüseyin Arı, Laboratuar Yöneticisi: Yusuf Özbek, Film Transfer: Bülent Tanoba, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Renk Düzeltme: Burcu Doğanay, Film Yıkama: Orhan Turgut, Adnan Şahin, Selahattin Turgut, İlhan Özkan, Sinan Kılıç, Aydın Yeniçeri, Bora Büyükdikbaş, Hüseyin Sargın, Süleyman Göktaş, Serkan Yiğitkoç,


Oyuncular: Engin Günaydın (Celal), Binnur Kaya (Sevilay), Settar Tanrıöğen (Cemal), Ercan Kesal (Süleyman), İlker Aksum (Sabri), Şinasi Yurtsever (Seyfi), Tayfun Sav (Terzi Fahri), Binnaz Ekren (Hanife), Güneş Berberoğlu (Sibel), Serra Yılmaz (vekil), Nedim Suri (Mesut), Tolga Coşkun (Hüseyin), Binnaz Ekren (Hanife), Şinasi Yurtseven (Seyfi), Serkan Keskin (Süleyman arkadaşı), Murat Taş-kent , Yeşeren Güven (Mesut’un sevgili-si), Elif Akçar (Sabri’nin karısı), Tayfun Sav (giyim), Hakan Günaydın (Tuhafiyeci), Ahmet Eres (kapı ustası), Ziyaretçiler: Ergun Üğlü, Güzin Köse, Arifre Akbay, Elif Akbay, Cansu Urgancı, Birsu Urgancı, Tülay Karadayı, Beratiye Ayta, Pavyondakiler : Murat Kartoğlu, Kadir Yazıcı, Yusuf Akbulut (Öndrer Bey), Özcan Asiltürk (şoför), Mustafa Çohadar (köylü),


Konu: Celal, karısı ve çocuğuyla mutsuz bir aile hayatı sürmektedir. Abisi Cemal’le birlikte ortak oldukları elektrik dükkanında da işler pek parlak değildir. Birçok yere borçları vardır. Celal ve Cemal’in tek eğlencesi Samsun’da pavyona gitmektir. Pavyonda çalışan Sibel Ceylan’a olan aşkı Celal’in başına dertaçacaktır.Celal’in karısı Sevilay, 15 yıldır, Almanya’da yaşayan babasının gönderdiği paraları biriktirerek saklamaktadır. Celal’in bu sırrı bildiğinden habersizdir. Zaten mutsuz bir hayat sürmekte olan Celal, bu paranın kurtuluşu olduğunu düşünerek, bir plan yapar. Fakat Celal’i sürprizler beklemektedir…


Ödül:


 42. SİYAD (Sinemema Yazarları Der-neği) Türk Sineması Ödülleri (31 Ocak 2010)
► Settar Tanrıöğen “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”
► Engin Günaydın “En İyi Senaryo”
► Atilla Özdemiroğlu “ En İyi Müzik “
► Elif Tasçıoğlu “En İyi Sanat Yönetmeni
►Binnur Kaya “ En İyi Kadın Oyuncu “


3. Yeşilçam Ödülleri 22 Şubat 2009 (Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteği, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür (TÜRSAK) Vakfı ve Beyoğlu Belediyesi'nin işbirliğiyle, Turkcell'in ana sponsorluğunda)
► Binnur Kaya “En İyi Kadın Oyuncu” 

► Engin Günaydın “En iyi senaryo” 
►Atilla Özdemiroğlu “En iyi müzik”

Vavien Yapmayı Bilmeyen Adam
Tokat, Erbaa’da yaşayan elektrikçi Celal, filmin ‘kafasındakileri gördüğümüz’ adamı. Eşi ve andaval olduğunu düşündüğü ergen çocuğuyla birlikte monoton bir hayat sürmektedir. Ara sıra “bir okul ihalesi var, elektrik işlerini biz yapacağız” bahanesiyle Samsun’a gidiyor. Samsun’da ise takıntılı bir aşk beslediği bir pav-yon kadını var. Ama aşkı belli ki karşılıklı değil. Para istiyor Celal’den. Celal de gidip karısının kendisinden sakladığını sandığı paralardan bir alıp kadına veriyor. Kadın ona yüz vermese de aklı hâlâ orada Celal’in. Bir yanda yuvası, bir yanda Samsun’daki umutsuz aşkı, gidip geliyor. İki hayat arasında savruluyorCelal. Filmin ismini aldığı Vavien, bir elektrik terimi. Tekniğine girmeden anlatalım, bir anahtardan açtığın ışığı başka bir yerdeki ikinci bir anahtardan kapatmaya yarıyor bu vavien. Yani bir düzeneği, iki ayrı yerden idare etmeye. Celal’den filmin bir sahnesinde vavien yapması isteniyor ve kendisi “Vavien yapmasını bilmiyorum ben” diyor. 20 yıllık elektrikçi ama vavieni bilmiyor. Karısıyla da tartışmasını sağlayan bu konu, Celal’in durumunu özetlemesi için filme koyulmuş elbet. Bir yanda aile hayatı, eşinin saklanmış paraları ve diğer yanda gizli aşkı. Celal bu iki hayatı nasıl idare edeceğini bilmiyor. Kendini sıkışmış hissettiği hayatla kafasında planladığı hayat arasındaki vavieni kuramıyor; birisini açıp diğerini kapatamıyor. Yani, her iki anlamda da, vavien yapmasını bilmiyor. Ve bu durum Celal’i planlar yapmaya itiyor. İşte bu andan da itibaren senaryo meramı-na dönmeye, filmimiz de siyaha çalmaya başlıyor.


Engin Günaydın, henüz ilk denemesi olmasına rağmen gariplikle trajediyi harmanlayan senaryosuyla başarılı olarak adledilebilir. Yönetmen Taylan kardeşler ise filme “sinema duygusu” ekleme konusundaki yetilerini akıllardan kolay çıkmayacak birkaç nefis planla süslemiş. Ama bütün bunlarındışında, şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, bir oyunculuk filmi Vavien. Özellikle belli başlı rollerde oynayan Engin Günaydın, Settar Tanrıöven, Serra Yılmaz ve Ercan Kesal (Üç Maymun’dan hatırlıyoruz) gibi isimler başarılı performanslarıyla filmi akıtıyorlar.


Ancak iki isme ayrıca değinmek gerekiyor. Birincisi, her geçen projede insanları şaşırtmaya ve kendine hayran bırakmaya devam eden Binnur Kaya. Celal’in karısı rolünde filmin en iyi performansı kendisine ait. İkincisi ise filmde yer aldığı ufacık sahnelerde bile döktürmeye doyamayan yan rollerin vazgeçilmez oyuncusu İlker Aksum. Filmde neredeyse yarım dakikalık bir sahnesinde bile insanları perdeye kilitleyen Aksum’un, artık bir sinema filminde başrol olarak oynamasının vakti geldi de geçiyor bile.


Elbette ki aksak yönleri, gereksiz bulunabilecek sahneleri, karakterleri ve filmin irtifa kaybettiğini düşündürecek senaryo hamleleri var Vavien’in. Ancak Günaydın’ın ilk senaryosu oluşu ve başarılı oyunculukları ile film, Türkiye sineması adına yüzümüzü güldürmeyi başarabiliyor. Ve sanırım böylece Engin Günaydın da hedefine ulaşmış oluyor. (Ümit Açık, www.bakiniz.com)


https://www.youtube.com/watch?v=aWlfLVH6O5s 


95) HOKKABAZ "2006"

Yönetmen: Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı,
Senaryo: Cem Yılmaz,
Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak,
Müzik: Ozan Çolakoğlu
Yapım: Kenda Film / Necati Akpınar


Sanat Yönetmeni: Yaşar Kutoğlu, Ses: Levent İntepe, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Kurgu: Engin Öztürk, Genel Koordinatör: Seyhan Kaya, Saç-Makyaj: Suzan Kardeş, Uyarlama: Engin Öztürk,


Oyuncular: Cem Yılmaz (İskender Tünaydın), Mazhar Alanson (Sait Tünaydın), Özlem Tekin (Fatma Nur Gaye Türksönmez), Tuna Orhan (Maradona, Tuncer Salman (Aslan), Kemal İnci (Cemal Aga), Gürgen Öz, (Erkut), Ca-ner Aklaya (Samidin), Sennur Kaya (İskender 8 Yaş), Bahtiyar Engin, Bahtiyar Engin (Gazenfer Denizgünü), Ayça Abana (Nuran Denizgünü), Selim Erdo-ğan (Emlakçı), Ünal Silver, İlker Sön-mez (Maradona 11 Yaş)


Konu: Konusu şöyle Hokkabaz’ın: “İskender hokkabazdır. Yani aslında sihirbazdır. Ama onun ve çocukluk arkadaşı Maradona’nın dışında herkes onun hokkabaz olduğunu düşünmektedir. İstanbul’dan hızla kaçmak zorunda kalan ikili, turne programına Sait’i de dahil ederek büyük risk alırlar. Baba Sait, İskender’i takdir etmeyi uzun yıllar evvel bırakmıştır. Turne üçlünün kaynaşmasına sebep olurken, aynı zamanda görkemli bir dağılmaya sebep olur. İskender, Maradona ve Sait, yol arkadaşları Fatma ile bir dağılıp bir toparlanırlar. Acı ama gerçek, hayatları devam ederken izleyenler bir gülüp bir ağlamaktadır.”


Cem Yılmaz, senaryosunu yazdığı ve başrolünde oynadığı Gora'dan sonra, yönetmenliğe iyiden iyiye ısınma turları atmaya başlamış görünüyor. Cem Yılmaz, ilk yönetmenlik denemesi Hokkabaz'ın, en azından güçlü medya desteğiyle keyfini çıkaramadan, deneyimli gazeteci ve televizyoncu Savaş Ay'ın filmine ve kendisine yöneliksuçlamalarına maruz kaldı. Savaş Ay, senaryonun kendisine ait olduğunu ve bu durumdan yakın çevresinin ve pek çok kişinin haberi olduğunu söyleyerek Cem Yılmaz hakkında dava açacağını söyledi, Şeker Bayramı'na denk gelen bu suçlamalar karşısında Cem Yılmaz, Sa-vaş Ay için "herhalde bayram şakası yapıyor" derken bir daha kendisiyle bir işinin olamayacağını söyledi ve hırsızlıkla suçlandığı iddialarına ise manevi tazmi-nat davası açmayı düşündüğünü ekledi.


Şüphesiz her film için büyük emek harca-nır, özveride bulunulur. Sanat alanlarında esinlenme sık gündeme gelebilir, esinlenmenin sınırlarını doğru çizmek koşuluyla. Bir sanat yapıtının yaratıcı bir ürün olması ve sanatçısının kendini özgün bir biçimle ifade etmesine olanak sağlaması öncelikli özelliği olmalıdır. Cem Yılmaz'ın yönetmenliğini yapmak dışında her şeyi olduğu Gora ve ilk yönettiği filmi Hokkabaz da temiz çalışmalar. Ama sanat alanına giren ve sanat olma iddiasıyla yapılan bir çalışmanın salt temiz iş olması yeterli mi? Bu sorunun yanıtı, ilgili çalışmanın hangi kategori içinde değerlendirildiğiyle de ilgili. Konu sinema olduğunda, "ana akım sinema" dediğimiz sinema, ticari sinema olarak da bilinir, sinema sanatı açısından öncelikli olarak öne çıkar. Bir sinema yapıtının üretilmesi son derece zorlu süreçlere bağlıdır. Sinema öncelikle endüstriyel bir sanat dalıdır ve teknolojiye bağımlıdır. Ayrıca ekip çalışmasıyla gerçekleştirilmek zorunda olduğu için yaratıcısı açısından da üretim süreci kolay değildir. Diğer yandan salt sanat sineması örnekleriyle de sinema sanatının yaşaması olanaklı değildir. "Gora", bariz bir ticari sinema yapıtı olarak öne çıkarken, "Hokkabaz" sinemayı ilgilendiren kulvarlarda gezinme iddiasında görünüyor. Cem Yılmaz, ülkemizin bütün zamanlarının en komik ve yetenekli sanatçılarınınbaşında geliyor. O, öncelikle bir stand-up sanatçısı. Ama aynı zamanda başarılı bir oyuncu da. Cem Yılmaz da, Yılmaz Erdoğan gibi salt oyunculukla yetinen biri değil. Yılmaz, Hokkabaz filmiyle bir auteur sineması örneği gerçekleştiriyor. Senaryo ona ait, yönetmen kendisi ve başrolde de o oynuyor. Gerçi yönetmenliği Ali Taner Baltacı ile paylaşmış olsa da, bu durum onun bu filme yönetmen olarak da katkıda bu-lunma çabasını önemsizleştirmiyor.


Hokkabaz, öncelikle Cem Yılmaz'ın toplumsal bilinçaltında yarattığı tiplemenin beklentisiyle filme giden seyirciaçısından tatmin edici gelmeyebilir. Çünkü film baştan aşağıya Cem Yılmaz esprileriyle süslenerek devam eden bir yapım değil. Böylesi bir beklentiye göre yapılmamış olması da Hokkabaz'ın önemini arttırıyor. Film, dört kişinin ekseninde gelişiyor. Şanssız illüzyonist İskender Tü-naydın, yardımcısı Maradona ile birlikte bir çıkış aramaktadır. Çalıştığı kulüpten kovulur. Maradona ile birlikte tek çıkış yolu olarak turneye çıkmaktan başka şansları olmadığını düşünmektedirler. Bu arada en büyük hayalleri, ikisinin de ileri derecede bozuk olan gözlerini, turneden elde edecekleri para aracılığıyla tedavi ettirmektir. Turneye çıkmak içineniştesinden karavanını ödünç almak isteyen İskender'e eniştesi, karavanda yaşamaya başlayan babası Sait Tünaydın'ı götürmesi koşuluyla karavanını vermeyi kabul eder. Bu ilginç üçlünün yolu, eski bir asker olan Sait Tünaydın'ın, Çanakkale Şehitleri Abidesi'nin bulunduğu bölgede gömülmek isteğinden dolayı Trakya'ya düşer. Sait Tünaydın, yolculuk öncesi mezar taşını bile hazırlatmış ve yanına almıştır. Araba arıza yapınca bir köyde durmak zorunda kalırlar. Bu arada babasının üstelemeleriyle, kasabanın eşrafından Cemal Ağa'nın düğününde sahneye çıkmak için anlaşırlar. Fakat diğer yandan gelin adayı Fatma Nur Gaye Türksönmez'in, evlenmeye niyeti yoktur ve İskender'in insan kaybetme gösterisi sırasında gerçekten de kaybolur. Şirinlik yaparak ve becerisini sergileyerek para kazanmaya çalışan İskender için, artık bir kabus başlamıştır. İskender, babası ve Maradona, bin bir zorlukla ayrıldıkları kasabadan istemediği bir adamla evlendirilmek istenen Fatma'yı da yoldan aralarına alarak yolculuklarına devam ederler. Fakat bu yolculuk Fatma'dan hoşlanan ve ona yardımcı olmak için çabalayan İskender' in, Fatma tarafından dolandırılmasıyla sonuçlanır.


Hokkabaz, Cem Yılmaz'ın yarattığı aura bağlamında ondan beklentisi olanlar için kısmen hayal kırıklığı yaratabilecek bir film. Cem Yılmaz, seyircinin ondan beklediği zincirleme esprilerini patlatarak filmi sürüklemiyor. Yılmaz, Türk sinemasının (Yeşilçam sineması) çok sevdiği "gariban ama dürüst" tiplemesinin yeni bir versiyonunu, bir Sihirbazın ya da Hokkabazın postundan yeniden yaratmaya çalışıyor. Melodramatik denilebilecek sahnelere de yer verirken, esprili bir anlatım tutturarak seyirciyi yakalıyor. Ama seyircinin filmi izlerken beklentisi doğrultusunda tebessüm ettiği ve bir yandanda muhtemelen kendisine bu nasıl Cem Yılmaz filmi diye sorduğu düşünülebilir. Cem Yılmaz, açıktan ilk yönetmenlik denemesinde, kendi bildiği ve ifade etmek istediği bir dünyayı, öyküyü anlatmaya soyunuyor. Belli alanlar-da başarıyı yakalamış insanların sine-ma yapma tutkusuyla yönetmenliğe soyunması sık rastlanan bir şey. Ama bir karekteri veya tipi yansıtmaya çalış-makla, bütün bir sanat yapıtı yaratmak arasında farklar var şüphesiz. 


Hokkabaz her ikisi açısından ele alındığında karakter yaratma, diğer bir deyişle oyunculuk başarısının daha öne çıktığı bir film. Sinematografik anlatım ve anlatılan öykünün katmanlarının ele alınışı açılarından düşünüldüğünde ise aynı başarıyı yakalayabildiğini söyleyebilmek zor.

Hokkabaz'ın film müzikleri, oluşturulmak istenilen dünyaya başarıyla karşılık oluştururken, özellikle fon müziğinin kullanımı açısından Türk sinemasında nadiren rastlanılan bir seviye yakalıyor. Uğur İçbak'ın risksiz ve başarılı görüntü yönetimi çalışması filmin artılarından. Cem Yılmaz'ı salt bir şovmen ya da oyuncu olarak sevmenin ötesinde, yönetmenlik açısından merak edenler için de ilgi çekici bir çalışma Hakkabaz. (Bülent Vardar) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi Şubat 2007, sayı 4”)


Filmin, sepya görüntülerle başlayan jeneriği daha ilk saniyelerde "sihrini" gösterdi. Bir baktım ki koltuğumda değilim. Cem Yılmaz ilk mucizesini göstermiş, beni sinemada kaybedip, çocukluğuma; babamın bizlere "Zati Sungur" numaraları yaptığı Ankara'daki, evimize göndermiş. Babamın yaptığı "hokkabaz oyunundaki" topu bulup da, sinemaya döndüğümde jenerik de benim bıraktığım yerden hareketlendi. Bu da ayrı bir sihir olsa gerek ... Çocukluğumun en müstesna köşesini, filmde de bir zaman kaybı yaşamadan ziyaret etmiştim. Filmi, gala gecesi 9 numaralı salonda izliyorum. Jeneriğin, biraz bulanık olan görüntülerinin, projeksiyon ha-tası olup olmadığını düşünürken, yanımdaki arkadaşım, "şimdi çocukluğunu anlatıyor, geçmiş biraz flu olur tabi" diyerek durumu kendince çözünce sustum. Jenerik bitip de görüntüdeki , fluluk devam edince, bu kez filmle "empati"yi kurma başarısını ben gösterdim. Yönet-men "izleyicinin" İskender ile Maradona'nın ileri derecede bozuk gözleri ile bir yakınlık kurmasını sağlamak için filmin görüntülerine bilinçli bir fluluk/hoşluk katmıştı. Neyse ki uzun sürmedi... Çünkü bu hoşluğu sadece 9 numaralı salondaki izleyicilere Projeksiyonist yapmıştı. Hokkabaz'ı, baştan sona net olarak vizyonda ikinci kez seyrettim ... Hokkabaz' ın, "sihirbaz" Cem Yılmaz bu kez sadece senaryo yazarı ve oyuncu olarak değil, yarattığı temadaki naif müzisyenliği ve yönetmenlikteki payı ile "bir kez daha" izlenmeyi hak ediyor... Ama, M.Ö. 3000'li yıllarda yaşayan Mısırlı büyücülerin, toplumdaki yerlerini korumak için "yanılsama ve yanıltma" tekniklerini kullanarak halka yaptıkları "hokkabazlıklar" türünden davranış biçimlerini hak etmiyor. Filmi beğenelim ya da beğenmeyelim, Antik Yunan ve Roma'nın gezgin sihirbazlarının, "büyücü" sanılarak, "yaratıcılıklarının" cezalandırılması gibi, "yaratıcılığını" pelikül üzerine de kazıyan "yeni bir yönetmenin" sihrinin cezalandırılmasını gerçekten hak etmiyor.


Ayrıca hepimiz biliriz ki sinemada asıl önemli olan yönetmenin "hikayeyi nasıl anlattığı" üzerine kilitlenir. Çünkü "Sihirbazlık" teması üzerine daha pek çok sinemacının çekmecesinde çekmek istediği bir hikaye, yazmak istediği bir fikir, ya da tamamlanmış bir senaryo olabilir. Sinemanın Hokkabaz'larının elindeki bu "cevherler" eğer iyi bir film olursa, onu yapanlar da müthiş sihirbazlıklarını kanıtlamış olurlar diye düşünüyorum. Yoksa çekildiği zamanlarda dillendirilmeyip, vizyona girip, izleyicilerin sevgisi ile buluştuğunda, "şapkadan çıkan tavşanlar"ın, gerçek sihirbazların saçtığı ışıkta, araba farlarının önünde donup kalan orman tavşanları kadar "yalnız ve ürkek" kalacaklarını görmek de içimizi acıtmıyor değil. Çünkü onları da geçmişte başarılı oldukları kendi uzmanlık alanlarında alkışladık, gerektiğinde de yine alkışlarız ... Yeter ki sinemanın "hokkabazları", sinemanın "sihirbazlarının" başarısını gölgelemesin.


Filmde de sık sık bu iki "kelime" arasındaki ince çizgi için yapılmış çabaya duyduğum saygıyla, galaya filmi izlemeye gelen ünlü sihirbaz Mandrake'nin, bu ayrım için söylediklerini alıntılayıp, ona da uzaktan bir "sihir" yapıp kulaklarını çınlatmayı denemek istiyorum: "Hokkabazlar biraz yardakçıdır; Yaptıkları ile insanları "şaşırtmayı" değil güldürmeyi hedeflerler. Bizim dilimize de "Hokkabazlık yapma" sözü bu yüzden yerleşmiştir. Oysa sihirbazlar için "sihir yapmak" ciddi iştir." Kahkaha ve dramı iç içe işleyebilmek belki de görsel dünyanın ve yazın edebiyatının en zorlu türlerinden biri ... Ve yine belki de bu yüzden, yaptığı filmlerle benim için "sinemanın sihirbazı" mertebesine ulaşmış olan Almodovar da, "hayatın bütün dramanın aslında "komedi"; bütün komedilerinin de gerçek bir "dram" olduğunu söylüyor. Sinemanın en büyük illüzyon olduğunu düşünen biri olarak, "Hokkabaz" filminde, Sheakspare'in dediği gibi "dünyayı bir kahkaha"nın ucuna asmayı becerebilen sinemanın ender "sihirbazları ndan biri olduğunu keşfediyorsunuz Cem Yılmaz'ı ve yol arkadaşı Ali Taner Baltacı'yı... Hokkabaz'ın sihirbaz ekibine ve BKM'ye eline sağlık diyoruz. (Sevinç Baloğlu) “Sinematürk Aylık Sine-ma Dergisi 2006, sayı 2”


 Palyaçoların yüreği duygu yüklür. Komedi sanatı aslında dramın öteki yüzüdür. Ve Charlie Chaplin’in en güzel filmi, bir dram olan “Sahne Işıkları”dır.

“Türkiye’nin en komik adamı” (bazıları buna “en zeki adamı” da diyor) Cem Yılmaz’ın ilk yönetmenlik denemesinin aslında dramatik bir film olmasına şaşılır mı? Yılmaz bir yerde “4 milyon değil, aklı başında 4 bin seyirci istiyorum” demiş. Haksızlık etmiş: filmin, hem de aklı başında çok daha fazla seyircisi olacak. Ama 4 milyonu da bulamayacak

.
Çünkü film beklenen film değil: her dakika kahkaha bekleyenler, klasik Cem Yılmaz skeçlerinin ucuca eklendiği dev bir “stand-up” umanlar, avuçlarını yalayacak. Marifetli hokkabaz (ya da sihirbaz) İskender’in yol arkadaşı Maradona Orhan, Kore gazisi, hafif üşütük babası Sait ve kaderin karşılarına çıkardığı fettan üçkağıtçı Fatma ile yaşadıkları, nerdeyse kahkahadan çok gözyaşı içeriyor.


Ve Cem Yılmaz, hemen tüm komedyenlerin fırsat bulur bulmaz yaptığı gibi, karşımıza duygusal bir öykü getiriyor. Anadolu’dan Çanakkale’ye uzanan bir yolculukta, İskender ilk kez sihirli sandığa soktuğu kadını kaybediyor ve belki ilk kez aşık oluyor, Sait baba ölüm saplantısından vazgeçip yanında taşı-dığı mezar taşını Çanakkale şehitliğine bırakıyor, şaşkın Maradona arkadaş katili olmaktan kıl payı kurtuluyor.


Yılmaz, yumuşacık bir anlatımla, müziğin tül gibi sardığı (hatta biraz fazla sardığı!) bir dille, bizlere eski Yeşilçam’dan da izler taşıyan bir gönül hikayesi anlatıyor. Komiklikten vazgeçip, komple bir karakter yaratmaya sıvanıyor. Aslında birkaç karakter: filmin hemen tüm kişileri oya gibi işlenip sunulmuş. Bu açıdan, özellikle dört baş oyuncu, birlikte çalan bir kuartet gibi uyumlu bir takım oyunculuğu sunuyorlar.


Ve film, “Türkiye’nin en komik adamının ayni zamanda iyi bir yönetmen olmaya da aday olduğunu gösteriyor. Hoş geldin, yönetmen Cem... (Atilla Dorsay)


94) AHHH BELİNDA "1986"

Yönetmen: Atıf Yılmaz
Senaryo: Barış Pirhasan
Görüntü Yönetmeni :Orhan Oğuz
Yapım:Odak Film/Cengiz Ergun


Yönetmen yardımcısı: Leyla Özalp, : Sevgi Saygı, Kamera Yardımcısı: Cem Esertepe, Sanat Yönetmeni: Şahin Kaygun, Seslendiren: Erkan Aktaş, Müzik: Onno Tunç, Kurgu-Eşleme: Mevlut Koçak, Aydınlatma Yönetmeni: Recep Biçer, yardımcılar: Remzi Biçer, Şevki Gezer, Gitarist: Onur Toparlak, Jimnastik Hocası: Sevinç Oylumlu, Makyöz: Sahra Gülyüz, Set Ekibi: İsmail Kündem, Erdal Sümer, Enver Kündem, Negatif Kurgu: Zeynep Tor, Laboratuar: Yahya Öztürk, Renk Düzenleme: Adnan Şahin, Baskı Zekeriya Şahin, Yapım Yönetmeni: Sadık Deveci, Yapım Görevlisi: Ahmet Altunterim, (Fono Film Stüdyosunda hazırlanmıştır.)

Oyuncular: Müjde Ar, Macit Koper, Yılmaz Zafer, Güzin Özipek, Füsun Demirel, Tarık Pabuççuoğlu, Azmi Örses, Mehmet Akan, Levent Yılmaz, Fatoş Sezer, Nuran Durak, Kezban Batıbeki, Sahra Gülyüz İsmet Ay, Mehmet Çerezcioğlu, İsmet Ay, Erol Keskin, Erol Durak, Aytül Özkan, Elif Ataöv, Sedat Küçükay, Yavuz Kutal, Meltem Savcı, Koray Ergun, Ayla Çerezcioğlu, Yüksel Ballıoğlu, Nurettin Şen, Hikmet Dikmen, konuk Sanatçı: Sevda Aktolga, Çocuk Oyuncular: Berhan Ballıoğlu, Burçak Çerezcioğlu, Elif Çerezcioğlu,


Not: Filmdeki Tiyatro bölümlerinde Vasıf Öngören’nin “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunundan yararlanılmıştır.


“Birinci Final Şarkısı”
“Bir Sermayenin Türküsü” Söz: Vasıf Öngören, Müzik: Sarper Özhan


Konu: 1980'ler, kadın karakterlerin uzun zamandır hapsoldukları klişelerden kurtulup, erdemleri ve zaaflarıyla yaşayan gerçek insanlara dönüşmeye başladığı bir dönem oldu Türk sinemasında. Kadm karakterler artık hikayenin erkek kahramanına eşlik eden vefakar sevgilileruğruna suç işlenen evlatlar, kardeşler veya onları yoldan çıkartan şuh dişilerden ibaret değildi. Sinema dünyası yavaş yavaş kadınları birey olarak algılamaya başladı ve onları hikayelerin odak noktasına taşıdı. Kadın konulu filmler dendiğinde akla gelen ilk isim ise, hiç kuşkusuz Atıf Yılmaz'dı. Farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların kimlik arayışlarını, yaşam içinde bir birey olarak kabul görme mücadelelerini, bazen dramatik, bazense esprili bir dille ele alan Yılmaz'm "Aaahh Belinda" adlı çalışması, bu türdeki filmlerin en güzel örneklerinden biri. Üstelik "Aaahh Belinda" sadece kimliğini sorgulayan kadın temasıyla değil, Barış Pirhasan imzalı senaryosunun fantastik anlatım biçimi ile de ilgi çekici.
Genç tiyatro oyuncusu Serap'ın bir reklam filmi çekimi sırasında, canlandırdığı karakterin yerine geçmesi ile başlayan film, birbirinden oldukça farklı hayatlar yaşayan bu iki kadının, tek bedene hapsolmuş öyküsünü sunuyor seyircisine. Özgür bir yaşam süren idealist oyuncu Serap, evli ve iki çocuklu bir banka memuresi olan Naciye'nin yerine geçince, işler bir anda sarpa sarıyor. Tamamen yabancısı olduğu bu hayatın içinde bocalayan Serap'ın kendi yaşamını ve kimliğini geri alma çabasına, mecburen oynamaya devam ettiği Naciye rolünün ona yükledi-ği sorumluluklar ekleniyor. Tiyatro kari-yerini sil baştan inşa etmeye çalışan, bir yandan da her şeyden habersiz olan kocası, çocukları, kaynanası, komşuları ve iş arkadaşlarıyla ilişkisini sürdürmeye uğraşan Serap'ın yaşamı hem komik, hem de düşündürücü bir macera seyirciler için. Kadının eş, anne, emekçi ve sanatçı olarak toplum içindeki yerini anlamlandırmaya çalışan film, 80'li yılların karakterini ortaya koyan ince ayrıntılar da içeriyor. Özal iktidarı ile hız kazanan ekonomik değişimi, reklam sektöründeki canlanma ile ortaya ko-yan, tiyatro oyuncularının reklamcılığa karşı beslediği ön yargıları ise, aydınların kapitalist sisteme direnişi yönünde işle-yen film, Serap ve arkadaşlarının sahneye koydukları Vasıf Öngören'in "Asiye Nasıl Kurtulur?" adlı oyunundan da güç alıyor. Filmin final sahnesine damgasını vuran soru ise, daha çok oyuncuları ilgilendirir nitelikte. Oyuncu rolünü oynadığında mı, yaşadığında mı daha inandırıcı olur? Serap'ın kendisini Naciye karakterine teslim ettiği anda, yönetmenin 'stop!' komutuyla gerçek dünyaya geri döndüğü düşünülürse, Yılmaz'ın soruya verdiği cevap açık…(Sinema En İyi 100 Film)


ÖDÜL


 23. Antalya Film Şenliği'nde (1986) 

►Müjde Ar en iyi kadın oyuncu", 
►“Aaahhh Belinda” "en iyi birinci film" 
►Atıf Yılmaz "en iyi yönetmen"


► “Aaahh Belinda, Adı Vasfiye. Teyzem filmi gibi sinemamızda yeşermeye başlayan yeni bir türün, değişik bir arayışın ve anlatımın filmi. Düşlerle gerçeklerin harmanlanıp karıştığı, fantastik sinemanın kenarlarında dolaşan, ama fantastik olmayan, öykünün dokuları içine toplumsal eleştiri ile birlikte kadınerkek İlişkilerini bize özgü anlatan ve zaman ...zaman gerilim kukan bir tür bu. Aaahh Belinda 'yi izlerken de önce Serap'ın, sonra da Naciye'nin peşine takılıp gidiyorsunuz. Ama bu gidiş, alışılmış türden, düz ve mekanik bir gidiş değil, aksine gerilim dozu hafiflen artan bir tempoyla oluyor. Naciye'yi izlerken Serap'ı, Serap'ı izlerken de Naciye'yi düşünmeden edemiyorsunuz. Garip, tuhaf, ama İzleyeni saran, merak unsurunun banı (eliyle hınzırca oynayan bir gerilim bu. Tiyatro sanatçısı Serap nasıl oluyor da reklam filmini çevirdiği bir sırada Naciye oluyor? Ya da, Naciye mi, sınıfına dar gelen atlama özlemi ile Serap'ı düşlüyor. Düş mü gerçek olmak istiyor, yoksa gerçek mi düş oluyor? Daha birtakım sorular, sorular, sorular


Elbette ki Aaahh Belinda yalnızca bu değişimin oluşturduğu sıra işi bir gerilim filmi değil. Atıf Yılmaz bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyene ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuva yaşamı içindeki Serap'ı aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını satarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. Atıf Yılmaz'ın sineması için söylenecek bir şey kalmadı arlık. Her filmini görüşte, eski defterleri karıştırarak, kasaba gerçekçiliğinden kendine özgü mizah ve biçim anlayışından da süz etmeye hiç gerek yok. O, her zaman yeni, olumlu sonuçlar vermese de her zaman değişik bir arayışın peşinde koşan, sinemamızın belki de en genç kalabilmiş yönetmenle-rinden biri. Son yıllarda yaptığı filmler de bunu kanıtlamıyor mu?


Şimdiye dek oyununa pek ısınamadığım, belki de erotizm çağrışımlı filmlerden artakalan bir düşünce İle -bağışlasın beni - bu tür filmlerde de oynatılmasına akıl-sır erdiremediğim Müjde Ar da, tüm bu düşüncelerimi altüst ederek Teyzem filminde olduğu gibi Altın Porlakal'ı hak edercesine dört başı mamur bir kompozisyon çiziyor. Füsun Demirel ile Macil Koper için de aynı övgüyü yinelemek olası.”(Burçak Evren Türk Sinemasında Yeni Konumlar)


 Oya gibi bir mizahla işlenmiş olaylar, Türk toplum yapısındaki çelişkileri de kuşbakışı vererek gelişiyor. Film baştan sona, son derece keyifli ve zevkli bir çizgi romanın akıcılığıyla izleniyor. Bizce "Aaahh Belinda'nın mesajı şudur, budur..." gibi derinlemesine tartışmalara girmek yersiz olur, Atıf Yılmaz, Barış Pirhasan'ın başarılı senaryosundan yola çıkarak, "Adı Vasfiye"den sonra görkemli bir çıkış daha yapıyor, nefis bir kabare gösterisi sunuyor... Bizce olay bu... (Erdal Çetin, Aaahh Belinda, Milli-yet, 20 Kasım 1986). “Agah Özgüç “ Türk Filmleri Sözlüğü” Cilt 2”


 Önce filmin sevimliliğini vurgulamakta yarar var. Barış Pirhasan'ın senaryosu "Kahire'nin Mor Gülü"ne filan benzemek şöyle dursun, tam tersine Atıf Yılmaz folklorikliğine çok uyan, üstelik yönetmen eki mizah anlayışı damarını Nazlı Eray'ın bazı öykülerinde ratladığımız çeşitten bir hayal gücüyle besleyen çok yerli bir neşeyle dolu. Bu neşe özellikle Serap, Naciye olduktan sonra durmadan açık elektrik düğmelerini kapatan Macit Koper'le, Serap'ın dünyasına girmeye dünden teşne komşu FüsunDemirel'le "hayırsız baba" İsmet Ay'la, korkunç babaanne Güzin Özipek'le ve oyunculuğu gittikçe yumuşayan, kendini seslendirme konusun da ustalaşan Müjde Ar'ın oyunlarıyla önüne geçilmez oluyor. (Fatih Özgüven, Serap ve Naciye Reklamlara Karşı, Yeni Gündem, S.: 38,23-29 Kasım 1986).


"Belinda"nın küçük burjuvazi teşhirine bir itirazımız yok. Takıldığımız nokta Serap'ın yaşantısı ve bunun bir cennet, Naciye'nin yaşantısını ise bir kabus, bir cehennem olarak sunulması...


Serap'ın yaşantısı, "Ece Bar", "Bilsak" gibi reel çevreler ve adlar içerdiği için bu açıdan bakalın önce ona... O zaman şu sorular akla geliyor Artık tiyatro dünyamız da böyle saray yavrularında yaşayan primadonnalar kaldı mı' Varsa onlar için reklamda oynamak gereksinimi olur mu? Oynasalar bile sıradan bu banka memuresini mi oynarlar? (İbrahim Altınsay, Yeni filmler, Hürriyet Gösteri, S.: 73, Aralık 1986).

 Atıf Yılmaz, bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyen ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuvai yaşamı içindeki Serap'ı, aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını satarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi, yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. (Burçak Evren, Aaahh Belinda, Düş mü, gerçek mi? Güneş, 21 Kasım 1986).


 Düş mü , karabasan m, yoksa kötü bir şaka m ? Kendisini birdenbire bambaşka bir dünyada buluveren Serap'ın (Müjde Ar) ağzından bunlar dökülür. Daha on dakika evvel Belinda şampuanının reklam filminde oynamıyor muydu? Ya şimdi, bu evde, kocası olduğunu iddia eden bu "herifle" ve iki çocukla ne yapacaktı? Nerden gelmiş ve nasıl çıkacaktı buradan? Nasıl kurtulacaktı bu düşten? Yoksa, (tüm bunlar gerçek miydi, bilmeden, farkında olmadan, anımsayamadığı bir zaman diliminde böylesine bir adamla evlenmiş, iki çocuğa sahip olmuş muydu? Yanıtsız kalan tüm sorular uzadıkça uzuyor, Serap'ı adeta içinden çıkılmaz, bilmediği, tanımadığı, yaşamadığı fantastik bir dünyanın karmaşasına itiveriyordu...


Atıf Yılmaz-Barış Pirhasan ikilisi Vasfiye gerçekten yaşadı mı?" sorusunun yanıtını belleklerde bırakan Adı Vasfiye'den sonra bir kez daha, yan düşsel/fantastik bir öykü örgüsünü kurdukları Aaahh Belinda 'da bu kez de Naciye'ye ne oldu? sorusunu karşımıza getiriyor...


Aaahh Belinda, Adı Vasfiye. Teyzem filmi gibi sinemamızda yeşermeye başlayan yeni bir türün, değişik bir arayışın ve anlatımın filmi. Düşlerle gerçeklerin harmanlanıp karıştığı, fantastik sinemanın kenarlarında dolaşan, ama fantastik olmayan, öykünün dokuları içine toplumsal eleştiri ile birlikte kadın-erkek İlişkilerini bize özgü anlatan ve zaman zaman gerilim kukan bir tür bu. Aaahh Belinda 'yi izlerken de önce Serap'ın, sonra da Naciye'nin peşine takılıp gidiyorsunuz. Ama bu gidiş, alışılmış türden, düz ve mekanik bir gidiş değil, aksine gerilim dozu hafiflen artan bir tempoyla oluyor. Naciye'yi izlerken Serap'ı, Serap'ı izlerken de Naciye'yi düşünmeden edemiyorsunuz. Garip, tuhaf, ama İzleyeni saran, merak unsurunun banı (eliyle hınzırca oynayan bir gerilim bu. Tiyatro sanatçısı Serap nasıl oluyor da reklam filmini çevirdiği bir sırada Naciye oluyor? Ya da, Naciye mi, sınıfına dar gelen atlama özlemi ile Serap'ı düşlüyor. Düş mü gerçek olmak istiyor, yoksa gerçek mi düş oluyor? Dahabirtakım sorular, sorular, sorular...


Elbette ki Aaahh Belinda yalnızca bu değişimin oluşturduğu sıra işi bir gerilim filmi değil. Atıf Yılmaz bu gerilimi bir fon gibi kullanarak izleyene ayakları yere basan bir başka şeyi de anlatıyor. Küçük burjuva yaşamı içindeki Serap'ı aerobik salonlarından, tiyatrodan ve imajını satarak para ve şöhrete giden stüdyolardan alarak, orta halli bir çevrenin, orta halli bir memurun evine sokuyor. Aynı kişide iki farklı çevreyi yaşatarak, gerçek yaşamdaki düşleri, özlemleri ve düş kırıklıklarını da ince bir mizahla gözler önüne seriyor. 


Naciyelerin ve Naciye gibi binlercesinin özlemlerini garip bir düş fantezisi içinde dile getiriyor. Hem de işlek, akıcı, baştan sona ilgi ve merakla izlenen bir sinema diliyle. Atıf Yılmaz'ın sineması için söylenecek bir şey kalmadı arlık. Her filmini görüşte, eski defterleri karıştırarak, kasaba gerçekçiliğinden kendine özgü mizah ve biçim anlayışından da süz etmeye hiç gerek yok. O, her zaman yeni, olumlu sonuçlar vermese de her zaman değişik bir arayışın peşinde koşan, sinemamızın belki de en genç kalabilmiş yönetmenlerinden biri. Son yıllarda yaptığı filmler de bunu ka-nıtlamıyor mu?

Şimdiye dek oyununa pek ısınamadığım, belki de erotizm çağrışımlı filmlerden artakalan bir düşünce İle -bağışlasın beni - bu tür filmlerde de oynatılmasına akıl- sır erdiremediğim Müje Ar da, tüm bu düşüncelerimi altüst ederek Teyzem filminde olduğu gibi Altın Portakalı hak edercesine dörtbaşı mamur bir kompozisyon çiziyor. Füsun Demirel ile Macil Koper için de aynı övgüyü yinelemek olası.


► Aaahh Belinda!.." hakkında söylenmiş, pek çok yabancı filmle benzerlik ya da çağrışım iddialarına (benzetilenlerin pek çoğu daha geç Yapımlar olmakla beraber) ve postmodernist bir film olduğu yakıştırmalarına rağmen, Kafkavari bir dönüşüm; başkalaşım öyküsüdür. Daha da önemlisi, toplumsal bir fantezi /kabus karşıtlığı ya da beraberliğidir. Eğer fantezinin kabuslarla ve korkularla zaten kaçınılmaz olarak bir arada olacağını varsayıyorsak, bu yaman çelişki ve çatışmanın da Türkiye sinemasındaki en özgün örneklerinden birinin "Aaahh Belinda!.." filmi olduğunu söyleyebiliriz. Birden, 'birisi' olarak 'kendiniz' olmak için yol kat ettiğiniz bir noktada, hiç olmak istemeyeceğiniz birine dönüşmüş olarak buluvermek kendinizi. Bir sabah başka bir dünyaya uyanmak ve bunu sizden başka kimselerin fark etmiyor olması; kim ve ne olduğunuzu kimselere anlatamamak. .. Olmak istenmeyenin dünyasında ya da olunmak istenmeyen bir dünyada, yeniden bir ben kurmak, korkunun, kabusun dünyasıyla karşılaşmak, onun içinde yaşamak, deneyim edinmek ve yeniden dönüşmek; dönüşmüş olanla kaçınılmaz olarak uyum sağlamak ya da uyum sağlıyormuş gibi görünmek en güçlü edebi anlatı türlerinden biridir ve en evrensel insanlık hallerinden de biridir. Bireyin toplumla ve kendi inşasıyla mücadelesidir söz konusu olan. Filmi bu evrensel türden farklılaştırıp, ayırt edici kılan ise kahramanın bir kadın olmasıdır. Özellikle de 80'ler Türkiye'sinde, toplumsal siyasi ve iktisadi büyük eşikte, birey olma ve toplumla karşılaşma ve çatış-masının taşıyıcı karakterinin genç tiyatro sanatçısı bir kadın olmasıdır. Film, Serap ile Naciye'nin dünyalarını anlatırken, dönemin sözünü ettiğimiz bütün alanlardaki özelliklerini, popüler kültürün yükselişini, sınıfsal farklılıkları ve çatışmaları, hatta buradan baktığımızda 80'lerin en büyük dönüşüme ve sınıf içi ayrışmalara uğratacağı küçük burjuva sınıfına, nihayetinde de aynı büyük orta sınıftan gelen Serap ile Naciye'nin oturma odalarına, gece ve sokakla girdikleri ilişkiye kadar farklı olan dünyalarına bakar. Serap, değişmekte olan bir metropolde, yükselen kadın özgürleşmesinin bir neferi olarak, cinselliğini, hayallerini kendi kararları ile yaşayabilen, tek başına ayakta durabilen, ekonomik bağımsızlığını zorda olsa koruyabilen bir kadındır. Bu özgürleşme ve bağımsızlık durumunu korumak için hayallerinden ve kendi olmak üzere kurduğu tasavvurlardan ödünler verecek de olsa ... Naciye ise, yine o orta sınıfın en orta yerinde, televizyonlu oturma odalarında, kadınların çalıştığı ama bunun onlara ekonomik özgürlük getirmediği, dayak yemelerine ya da aşağılanmalarına engel olamadığı, cinselliği bir zulüm, bir görev ya da tecavüz olarak yaşamalarının alın yazısı gibi durduğu bir dünyada, Serap gibilerininkine yakın olabilecek bir özgürlüğe ulaşabilmek için savunma mekanizmaları, yalanlar ve sırlardan oluşan bedellerle kendi olmaya, birey olmaya çalışabilir ancak; başarı ise müphemdir ve uzaktır. Bütün siyasi muhalefet ve direnme biçimlerinin şiddetle men edildiği 80'lerde Kadın Hareketi mazur görünenler kapsamında yükselirken, Atıf Yılmaz da bu hareketin ve dönüşümün içindeki kadınları anlatan filmler yaptı. Bu filmlerin bazıları, dönemin müsamaha görmüş kadın anlatıları sinemanın ötesine geçti. "Adı Vastiye" (1985). ve "Aaahh Belinda!.." (1986) kendini, sinemayı, Türkiye'de sinemayı ve dönemi yansıtabilen, bu anlamda kendini yansıtmacı (self refiexive) filmler olarak öne çıkıp, sinema tarihimiz için de önemli filmler oldular. Bu hızlı toplumsal dönüşümün içinde kadınlar ve erkekler olarak sıradan insanların hallerini de ansıtabilen; çok katmanlı anlatılar oldular. Her iki filmin de senaryolarını Barış Pirhasan'ın yazdığı düşünüldüğünde Atıf Yılmaz kadar onun da bu farklı filmlere ilişkin krediyi paylaşması gerekir.


Serap, yani Müjde Ar, 80 sonrası Türk Sineması'nda kadın oyuncuların cinsel özgürlüğünün taşıyıcı oyuncusu ve onun perde imgesiyle birlikte, Atıf Yılmaz'ın "Mine" (1982) ile başlayan kadın özgürleşmesi filmIeri içinde yine özel bir yere sahip "Asiye Nasıl Kurtulur" (1986) filmine de gönderme yaparak, "Asiye Nasıl Kurtulur" oyununu sahnelemeküzere çalışırken, kendi bağımsızlığını sürdürebilmek için dönemin yükselen sektörü reklam piyasasına hayır diyemez ve Belinda adlı bir şampuan reklamında oynamaya karar verir. Uzun ve yorucu çekimler sırasında nihayet gün biterken sabunlu gözünü açtığında, başka bir dünyaya geçivermiş bulur kendini. Hulusi beyin (Macit Koper) karısı, kayınvalideli, dantelli evin iki çocuklu annesi Naciye oluvermiştir. Bu o kadar doğal ve sıradandır ki onu kimse yadırgamaz, kendi dünyası onu tanımaz. Doğal ve sıradan olan orta sınıfın orta yeri muazzam bir kabustur. Serap'ın ve onun gibilerin kabusu olarak Naciye komşusu Gülveren'le (Füsun Demirel) dayanışma içinde kendi kabusunu kabullenip onun içinde var olmayı becerebildiği ve hayatı buradan oynamaya başladığı noktada film tekrar başkalaşır. Hollywood'un ve TV dizilerinin orta sınıf dünyasını bizatihi distopya mekanı olarak sunmalarının '90 sonları, 2000 başlarına denk geldiğini dikkate alınca, filmin sıradan orta sınıf aileden yarattığı kabus atmosferi oldukça değerli bir hal alıyor. 80'lerin ortalarında hem Türkiye'de hem de dünyada bütün muallaklıkların başladığı bir dönemde eleştirisi bu kadar net, anlatısı bu kadar katmanlı bir film yaratabilen Barış Pirhasan da Atıf Yılmaz da büyük övgüleri hak etmektedirler. (Zeynep Tül/Akbal Süalp) “SİYAD, “40 Yılın Serüveni” ”


https://www.youtube.com/watch?v=WeUd2ARkW8A