
Senaryo : Metin Erksan, İsmet Soydan, Kemal İnci (Necati Cumalı'nın aynı isimli hikayesinden)
Görüntü Yönetmeni : Ali Uğur
Müzik: Manos Hadjidakis, Ahmet Yamaç, Fecri Ebcioğlu
Yapım : Erksan Film / Metin Erksan- Doğan Film/Ulvi Doğan Hitit Film
Kurgu: Turgut İnangiray, Stuart Gellman, Yönetmen Yardımcısı: Kemal
İnci, Kamera Asistanı: Kaya Ererez, Hüseyin Karındoyuran, Ses Kayıt: Yorgo
İlyadis,
Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Bahar), Ulvi Doğan (Hasan), Erol Taş (Kocabaş
Osman), Hakkı Haktan (Veli Sarı), Yavuz Yalınkılıç, Zeki Tüney (Köylü),
Alaattin Altıok, Niyzazi Er (Ağır Ceza Üyersi), Erecan Yazgan (Mahkum),
(*) Sansür kurulunun tümüyle reddetmiş olduğu “Susuz Yaz”ın yurt
içinde gösterimine izin verilmiş, ancak Berlin Film Festivali’ne katılması
gündeme geldiğinde ise, İçişleri Bakanı Selçuk Subaşı başkanlığındaki Turizm
Tanıtma ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşan “Özel İnceleme Kurulu”
Film Türkiye’yi temsil etmek niteliğinden yoksun” gerekçesiyle yasaklanmıştı.
Ancak film devlet denetimi dışında festivale katılıp Altın Ayı ödülü aldığında
ise Turizm ve Tanıtma Bakanı Ali İhsan Göğüş tarafından ödüllendirilmiştir.
“Artun Yeres, “Sakıncalı 100 film”
ÖDÜL:
► “Altın Ayı” Büyük Ödülü "Berlin
Film Festivali" (1964)
Sinema Ekspres Dergisinin Yazarları arasında (1964)
► Yılın en iyi 5 filmi arasında yer aldı
► Hülya Koçyiğit “Yılın Kadın Oyuncusu"
Sinema Ekspres Dergisinin Yazarları arasında (1964)
► Yılın en iyi 5 filmi arasında yer aldı
► Hülya Koçyiğit “Yılın Kadın Oyuncusu"
Konu:
Urla’nın Bademler
köyünün kuzeyinde, Ovacık’tan İzmir-Seferihisar şosesine kadar, hafif
dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi, yaz ayları gelince
kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan gün günden yanan, kavrulan
ovanın yüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz
yağmurları düşünceye kadar, akan tek su sesi işitilir. Tekebaşı’nda,
Kocabaş’ların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su
damarı, bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar sonra yer yer aralıkları
harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş altı yüz adım aşağılarda kalan bir
havuza doğru akmaya başlar.
Suyun
geçtiği topraklar, küçük ekiciler arasında bölüşülmüştür. Kocabaş’ların
zeytinliğinin alt başında gene Kocabaş’ların sekiz dönümlük sebze bahçesi
vardır. Su, zeytinlikten bu sebze bahçesine girer, komşu iki bahçenin sınırları
boyunca ilerler, oradan havuza dökülür. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. …
Suyu
zamansız bahçelerine çeviren komşular arasında sık sık ağız dalaşları çıkar. Fakat
bütün bu patırtılar, havada ilk yağmur belirtilerinin görünmesiyle unutulur
gider.
Daha
doğrusu bir vakitler unutulur giderdi. Suyun sahibini sorup araştırmak, suya
sahip çıkmak, o çevrede kimsenin aklından geçmezdi. Ama 1947 yazında
Kocabaş’lar, kendi bahçelerine yeni bir havuz yaptırdılar. Suyu, yatağından
kendi havuzlarına çevirdiler. O geceden sonra olanlar unutulmadı.
Hasan
Kocabaş, Günün başlangıcından akşamın alacakaranlığına kadar üçü, yani o,
kardeşi, Bahar, damın çevresinde birlikte çalışırlardı. Akşam yemeğinden sonra,
Osman ile Bahar’ın davranışlarında bir telaş başlardı. İkisi, ne kadar
ellerinden gelirse o kadar çabuk, bölmelerine çekilirler, kapılarını kapamaları
ile birlikte, içerden onun uykusunu kaçıran solumaları duyulmaya başlardı.
O
gece, bitişik bölmede, Osman’la Bahar’ın solumaları kesildi. İkisinin yorgun,
uykuya daldıklarını belli eden düzgün soluk alışları duyulmaya başladı. Hasan
Kocabaş, dışarıya kulak verdi. Su, yeni yaptırdıkları havuzu dolduruyordu… Su
onun toprağından çıkıyor. Kendi toprağından çıkan suyu sebil edecek kadar
zengin değildi ya! O, aşılarını, fidanlarını sular, artarsa suyu aşağıdaki
havuza salar!.. Veli ile öbürleri, bahçe yetiştirmek istiyorlarsa, kuyu
kazsınlar, dolap kursunlar; bahçelerinin çaresine baksınlar…
O
gece, havuzun alt başında kalan ilk bahçenin sahibi Veli Sarı, bahçesinin
ortasındaki çardağında, yatağına girince, dışarıda yıllardır alışık olduğu bir
sesin yokluğunun ayrımına vardı. Havuzun suyu akmıyordu. Yatağının içinde bir
süre dışarıya kulak verdi, bekledi, su sesi kesilmişti. Ağustos böceklerinin,
çekirgelerin, kurbağaların. Fakat o beklediği ses, Kocabaş’ların bahçesinden
gelen, oluktan, önce havuzun yalağına, sonra havuza dökülen suyun çıkardığı, her
gece uykularını rahatlatan, o altın ses, başlamıyordu!
Veli
Sarı’nın bütün uykusu dağıldı. Çardağın, açık kapısından, aralıklardan sızan
gecenin aydınlığında, yanı başında yatan karısına bakacak oldu, karısının da
gözleri açıktı. Gün daha yeni doğuyordu. Hava şimdiden sıcaktı. Havuzun başında
komşusu Hüseyin Şengül’ü gördü. Adam üzgün yüzünü havuzun suyuna eğmişti.
Veli’yle keyifsiz selâmlaştılar. Veli, havuzun suyuna baktı. Bir karış ya
vardı, ya yoktu. Bu sabah bahçelerini sulayamayacaklar demekti bu! Akşama kadar
havuzun dolmasını bekleyeceklerdi. Birkaç dakika konuşmadılar. Havuzun suyuna
baktılar, başlarını sudan kaldırıp bahçelerine baktılar. Tekrar suya, tekrar
bahçelerine baktılar. Karşıdan Ethem ile Musa’nın yaklaştığını gördüler.
Susuzluk, doğudaki dağların eteklerinden iniyor, şoseyi geçtikten sonra bahçelerinin sınırlarına kadar gelip dayanıyordu. İkisi de gördüler ki, havuzun suyu set çekmese, kuraklık bahçelerini ezip geçecekti.Ethem ile Musa geldiler. Havuzun suyuna baktılar, öncekileri keyifsiz keyifsiz selamladılar.
Muhtar;
Hasan Kocabaş’a suyu kendi havuzuna çevirmekle haksızlık ettiğini, salmasını
söyledi. Hasan suyun tapulu malı olduğunu, kendi bahçesi içinden çıktığını
anlattı. Muhtar bu açıklamayı kabul etmek istemedi. Aşağı yukarı önceki
tartışmada Veli’nin dediklerini tekrarladı. Hasan, dediğinden dönmedi. Muhtara
bu ise karışamayacağını, bu ise karışmanın görevi olmadığını söyledi. Muhtar
daha da ısrar edince, “Ortada muhtarın, bekçinin karışacağı ne var?” dedi. “Bizim
hayvanlarımız başkasının malına girip zarar mı verdi? Biz başkalarının
bahçesine girip malını mı çaldık? Bu ise hâkim karışır. Su benim malım. Hakları
varsa mahkemeye gitsinler.”
Ertesi
sabah Veli, yanında arkadaşlarıyla Urla’ya indi. İşi bir dava vekiline açtılar.
Dava vekilinin kırk yıla yaklaşan bir meslek hayatı vardı. Hiçbir davaya olur
ya da olmaz diyemiyordu artık. Kanunlar, yüksek mahkemelerin kararları ne yolda
olursa olsun, deneyleri her davada mahkemeden çıkacak kararı önceden kimsenin kestiremeyeceğine
inandırmıştı kendisini.
Veli
ile
arkadaşlarının anlattıklarını dinledi. Köylülerin mantığına uygun konuşmayı
doğru buldu. Anlatılanlara hak verdi. Biliyordu ki, ortada kaçınılmaz bir dava
konusu vardı. Kendisi “olmaz, kazanamazsınız” diyecek olsa, Veli ile arkadaştan
başka bir dava vekilinin kapısını çalacaklar, mutlaka bu davayı açacaklardı.
Onlar için bu davada tek hak ölçüsü vardı: Suya olan ihtiyaçları! Kocabaş’ların
suya ne kadar ihtiyaçları varsa onların da suya o kadar ihtiyaçları vardı.
Sonunda bu dava kaybedilecek bile olsa, köylüler haklı olduklarına inanmaktan
vazgeçmeyecekler, kabahati hakime ya da başka bir sebebe yükleyeceklerdi.
Pazarlık ettiler. Veli ile arkadaşları dava vekiline ortaklaşa elli lira
ödeyebildiler. “Hele şu is halledilsin” bu iyiliğin altında kalmayacaklarını
söylediler. Ağustos ortasına doğru, bir gün Hasan Kocabaş, Osman’ı köye
bakkaldan öteberi almaya gönderdi. Osman, büyük havuzun üst başından geçen
yoldan köye doğru ilerlediği sırada, oralarda dolaşan sığırtmaç çocukları
gördü. Çocuklardan biri yerden bir taş aldı. Yayılan hayvanlara fırlatıyormuş
gibi, Osman’a doğru savurdu. Taş, Osman’ın başı üstünden geçip iki üç adım
ötesine düştü. Hemen onun arkasından atılan ikinci bir taş, Osman’ın yanından
geçip bir erguvan kümesinin dallarını sarstı.
Osman
duraladı, çocuklara doğru baktı, sonra bir şey demeden yoluna devam etti.
Çocukların Osman’a sataşmaları bu kadarla kaldı. Bu küçük olay gösteriyordu ki,
komşularıyla aralarında başlayan husumet çocuklara kadar yayılmıştı. Ovada kış
yaz, gündüzleri büyük havuza akan suyun sesi artık duyulmuyordu. Komşularının
husumeti, bu sesin yokluğunun yarattığı boşluk içinde pusuya sinmiş, gittikçe
büyüyerek öç alacağı günü bekliyordu. Karşıdan gözüne çarpan komşuların
bahçelerinin görünüşü berbattı.
Köye
yaklaştığı sırada, köyden dönen Musa Öztürk’le karşılaştı. Osman sıkıldı.
Çaresi olsa Musa ile göz göze gelmemek için yolunu değiştirecekti. Musa
yanından kendisini selamlamadan geçti. Köyde kimi görse kendisine soğuk
davranıyor gibi geldi. Alış veriş ettiği bakkal:
- Ülen Osman, dedi, konu komşu
aranızda anlaşsanız olmaz mıydı? Böyle mahkemelere gidecek ne vardı?
Bakkala
ne karşılık vereceğini bilemedi Mahkemeye giden, suyu bırakmak istemiyen
kendisi değildi. Düşmanlarının önünde ağabeyini yalnız bırakmak, tek başına
kendisini temize çıkarmak da istemiyordu. Kızara bozara:
-
Mahkemeye giden onlar oldu, diyebildi.
Dönüşte,
kimse ile karşılaşmadan havuzun üst başına gedebilmek için adımlarını
hızlandırdı. Ama o daha bahçelerin hizasına gelmeden Etmem Ölmez’in anası,
çardağından fırladı, bağıra çağıra üstüne gelmeye başladı.
-Ulan
Osman, sizde hiç vicdan, hiç hicap kalmadı mı? Bak, su bahçeleri ne hale
getirdiğinizi bir gör! Komşuluk hakkı nedir düşünmek kalmadı mı? Osman, başı
önünde, bakmadan, karşılık vermeden kadının önünden geçti. Ardından onun
ilenmeler yağdırarak bağırdığını, söylendiğini duydu. Dama dönünce, elindeki
tuzu, pirinci karısına verdi. Ağabeyi damdan iki yüz adim ötede, cebelde
çalışıyordu. Bahçelerine, asılıklara baktı. Fidanları, sebzeleri hep yeşilinden
gülüyor, havuzları şarki söylüyordu. Az ötede duran arık çapasını kaptı. Su
yolunu aşağıya giden oluğa bağladı. Havuzun ağzını kapayan dayağı kavrayıp
yukarı kaldırdı. Kaynaktan gelen suyu da oluğa çevirdi...
Az
sonra suyun kış aylarındaki hızıyla aşağıdaki havuza vardığı duyuldu. Sığırtmaç
çocuklar, “Su! Su!” diye bağrıştılar. Ellerindeki değnekleri savura, sıçrayıp
bağrışarak havuza doğru koşuştular. Bahçelerindeki çardaklarda kim varsa kopup,
geldi, havu-zun basında toplandı. Kalabalık, kısa bir süre şaşkın şaşkın,
oluktan havuza akan suyu seyretti. Birkaç dakika sonra suyun hızı hafifledi,
gittikçe hafifledi Yukarıda, Osman’ın açtığı havuz boşalınca, su kaynaktan
çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.

Havuza
dolan suyun yüksekliği bir karisi asmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru
emecekti. Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen
düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş’lara hak vermeye niyeti
yoktu. Aralarında Hasan’ın kötülüğü, Osman’ın iyiliği üstüne bir iki konuşma
geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da. yukardan kesildiğini gördüler.
Osman’ın
köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karsıdan gören Hasan, isini
bıraktı. Osman söyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi
cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse
ama, is zamanı...
Kıskançlığını
yenemeyerek dama doğru ilerledi. Osman’ı elinde çapa, damın önünde dikilir
gördü. Küçük havuzları bostu. Bu kadarı da öfkesini boşaltmasına yetti
-
Ne yaptın?
Osman oralı olmadı: - Varsın bir günlük de onlar bahçelerini sulasın...
Osman oralı olmadı: - Varsın bir günlük de onlar bahçelerini sulasın...
-
Nasıl? Sen bana sormadan bu isi nasıl yaparsın? Su değil, ben onlara günahımı
vermem! Bu kadar vekil, mahkeme masrafı ödedim. Ben neciyim burada? Eşek bası
mi?
Osman
alttan aldı, ağabeyini yumuşatmak istedi. Komşularını düşman etmektense,
yağmurlar gelinceye kadar, gün aşırı suyu aşağıya salmalarının daha hayırlı
olacağını anlatmaya çalıştı. Bahar, az ötede, söze karışmadan tartışmalarını
dinliyordu.
Hasan
köpürdükçe köpürdü. Bağırıyor, çağırıyor, farkında olmadan bu bahane ile
karisinin önünde kendisinin kardeşine üstün-lüğünü açıklamak istiyordu:
-
Sen kimsin bana sormadan suyu aşağıya salacak? Sen bana akil verecek kadar
oldun mu? Küçük gibi küçüklüğünü bil! Komşular düşman olurlarsa bana olsunlar!
Sen isine bak, o kadar. Sen, ben ne dersem onu yap! Ötesine karışma! Ağzımı
açtırıp kötü kötü söyletme beni...
Arık
çapasını kardeşinin elinden kaptı. Suyu aşağıya giden oluğa bağlayan arığı
bozdu. Kaynaktan çıkan suyu da kendi havuzlarına çevirdi.
Bu
aşırı öfke, Osman’ın sabrını taşıracak duruma geldi. Ağabeyi hâlâ söyleniyordu.
Gürültüyü duyan çocuklar, tarlalarının alt basında birikmişti. Bu bahçe, bu
asılıklarda ağabeyi kadar onun da hakki vardı. Karisinin önünde azarlanmak
gittikçe onuruna dokunmaya başladı.
Hasan,
havuzun basında doğrulmuş, bu kez çocuklara çıkışıyordu:
-
Koşun, analarınıza, babalarınıza selâm söyleyin! Burada Osman’ın değil, benim
sözüm geçer! Suya ihtiyaçları varsa Osman’a değil, gelip bana
yalvarsınlar...
Ağabeyine
doğru yürüdü. Bahar, kendisini önlemek istedi:
-
Bırak, deliyle uğraşma!
Bir el hareketiyle Bahar’dan kurtuldu:
Bir el hareketiyle Bahar’dan kurtuldu:
-
Ağa, dedi, benden su isteyen olmadı! Suyu ben istedim, ben saldım. Önüne gelene
sataşıp durma!..
Hasan
bu karşılığı beklemiyordu. Durakladı:
- Sen ne demek istiyorsun? Büyüğüne karsı mi geliyorsun?
- Sen ne demek istiyorsun? Büyüğüne karsı mi geliyorsun?
-
Büyük gibi büyüklüğünü bil! Sen büyüksen ben de küçük değilim! Evli barklı
adamım! Karimin önünde ettiğin lâfı kulağın duysun...
-
Ben sana ne dedim ki?
- Ne dedinse dedin, artık sesini kes!
- Ne dedinse dedin, artık sesini kes!
Kardeşi
kendisinden güçlü kuvvetliydi. Huyuna gidildiği zaman yumuşak baslı,
alçak-gönüllü olduğu ölçüde, kızdığı zaman da gözü pek, atılgan olurdu.
kardeşinin onurunu az önce nasıl bile yaralamak yolunu tutmuşsa, simdi de bile
bile okşamak yolunu tuttu. Önce, bahçelerinin alt basında toplanan çocuklara
doğru yürüdü:
-
Ne dikiliyorsunuz orada be?.. Canına yandığımın veletleri, karsınızda seyir mi
var?
Çocukları
uzaklaştıracak kadar zaman kazandıktan sonra geri döndü. aralarında hiçbir kötü
söz geçmemiş gibi Osman’a:
-
Ben senin ağanım, dedi, benim sözüm seni incitmesin! Benim tecrübem elbette ki
senden fazla! Böyle öfkelendiysem senin benim menfaatimiz için...
Havuzun
alt basında toplanan kalabalık, Kocabaş ‘ladin kavgasını çocukların getir-diği
haberden öğrendiler. Suyu beklemek-ten ümitlerini kesince dağılmaya başladılar.
Ehem’in anası, çocukların anlattıklarını duydukça öfkelendi. Kadın, basları
önünde, tarlalarına doğru ilerleyen erkeklerin önüne geçti:
-
Siz de erkek olacaksınız sözüm ona! Bu is erkek isi! O bodurun yanına bunu
bıraktıktan sonra yazık sizin erkekliğinize! Çoluk çocuğunuzun nafakasını
korumasını bilsenize!..
Erkekler
aralarında konuştular. Veli Sari:
- Onun da sırası var... dedi, sustu.
- Onun da sırası var... dedi, sustu.
Ağustosun
ikinci yarısı, Veli ile komşuları için, mihnet öfke günleri oldu.
Bahçelerindeki sebzeler, saplarina varıncaya kadar kurudu. Başka zaman bir
tavuk girse koşup kovaladıkları bahçelerinde, simdi bası bos bıraktıkları
sağmalları, binekleri dolaşıyordu. Havuzun çevresindeki narlar, susuzluktan
çatlayıp yarıldı. Hayıtların nemi çekildi. De-reye inen küçük ördek sürüleri,
bos yere uzun süre su arandıktan sonra, derenin üstünü örten yabanıl sarmaşık
kümelerinin gölgelerine sığınıyor, günesin hızı geçinceyse kadar gölgeliklerde
kalıyordu.
Veli,
bahçesini karsısında yanar kavrulur gördükçe daha az konuşur oldu. Sabahtan
aksama, ağzı dili kenetli, bir ağacın dibinde düşünüyor, düşünüyor, geceleri
kolay kolay gözüne uyku girmiyordu.
Hasan
Kocabaş, bütün bir yıllık emeğini kurutuyordu. Sofrasının bereketini
kurutuyordu.
Çoluk
çocuğu ile belleri üstüne eğilip yetiştirdikleri, emek verdikleri ne varsa
kurutuyordu. Hasan Kocabaş’ın ona ettiğini, o da Hasan Kocabaş’a edecekti.
sırası gelsin, Kocabaş’ların hâlâ bahar ortasındaymış gibi yeşil duran
bahçesini kurutacaktı!
Hüseyin’le,
Musa’yla, Ehem’le bir araya geldiklerinde, onları da basları önünde düşünceli
görüyordu. Her biri, karsılaştıkça, üzgün, keyifsiz, gözünün içine bakıyor, ne
diyeceğini bekliyor, sonra, bir şey demeden susuyorlardı.
Eylül
ortalarında ovaya ilk yağmur düştü. Hafta gedmeden ikinci yağmur düştü.
Kuraklık sözleri unutuldu. Yeniden çiftler koşuldu. Nadaslar hazırlandı.
Veli
ile arkadaşları, bahçelerinin ortasındaki çardaklarından, derenin alt basında,
birbirine komşu damlarına tasındılar. artık geceleri yataklarında gök
gürültüleri işitiyorlardı. Dereler su tutmaya başlamıştı. Yanından geçenler
büyük havuzu her zaman dolu görüyordu.
Güz
ayları boyunca, bu anlaşmazlık unutulmuş gibiydi. Ocak baslarında bir sabah,
Veli Sari, gün dogmadan eşeğine binmiş, oduna gidiyordu. Çiftesi omuzundaydı.
Zağar kırması dişi köpeği eşeğinin arkası sıra geliyordu. Veli, Kocabaş’ların
bahçesinin yanından geçtiği sırada, Kocabaş’ların gündüz bağlayıp gece başıboş
bıraktıkları iri çoban köpeği, üç beş sıçrayışta bahçeden yola çıktı, zağarın
kuyruğuna takıldı.
Veli,
Kocabaş’ların damına doğru baktı. Görünürlerde kimse yoktu. Daha uyuyor
olmalıydılar. Hemen verdiği bir kararla topuklarını hayvanin karnına indirdi,
zağarını çağırdı. Hayvan, yürüyüşünü hızlandırdı.
Kocabaş’ların
köpeği ile oynaşmaya başlayan zağar, sahibinin çağırdığını duyunca koştu,
hayvanin peşine takıldı. Kocabaş’ların köpeği zağarın ardına düştü.
Böyle
bir çeyrek, yirmi dakika gittiler. Tekebaşı’nin gerisine düsen boğazı
dolandılar. Boğazın sonunda, Veli eşeğinden indi. Çiftesini omuzladı. Durmadan
zağarına asmaya çalışan köpeğin basına nişanladı, boşalttı. Köpek, ulumaya sıra
kalmadan yere yıkıldı, bir iki debelendi, cansız kaldı.
Veli,
oyalanmadan hayvanına bindi. İki saat sonra, geldiği yönün tam tersinden,
Bademlerdin gerilerine çıktı. Oralardan yaptığı bir yük odunla ikindiye doğru
damına döndü O gün, kuşluğa doğru, Hasan’ın, Osman’ın, Bahar’ın tarlalar,
bahçeler arasında dolaştıkları, “Arap, Arap!” diye ünleyip köpeklerini aramaya
çıktıkları görüldü. Karsılaştıkları kimseler, onların aramalarıyla
ilgilenmiyor, onlar da kimseye Rab’i görüp görmediğini soramıyorlardı. O günün
aksamına kadar, Kocabaş’lar köpeklerini aramadık yer bırakmadılar. Tekebaşı’ndan,
kuzeyde Ayran dere’ye, batıda Seferihisar şosesine kadar, bütün damların
çevrelerine dolandılar, geri döndüler, yine aşağılara yayıldılar, fayda etmedi.
O
gün, bütün ova öğrendi ki, Kocabaş’ların bahçesinin bekçisi, bahçelerine
kimseyi yaklaştırmayan o ünlü çoban köpeği kaybolmuştu. Ertesi gün öğleden
sonra, Tekebaşı’ndaki cebelin gerisinde, havalarda kuzgunların dolaştığını
gören Hasan, Arabi’n izini buldu. Sırtlanlar, kuzgunlar Arabi’n leşini didik
didik etmişti.
Haber
duyuldu. Ovanın, Arabi’n gücüne hayran çocuklar, aralarında, hayvanin kurt,
sırtlan sürüleriyle boğuştuğunu, kurtları, sırtlanları ta öldüğü yere kadar
kovaladığını, oralarda kıstırılıp boğazlandığını konuştular. Ama büyükler bu
yoruma inanmadı.
Daha
leşini bulamadan, köpeğini düşmanlarının öldürdüğü Hasan Kocabaş’ın içine
doğdu. leşini bulduğu zaman, hayvanin kafa kemiklerinin paramparça olduğunu
gördü. Bu işaret Hasan Kocabaş’a yetti. Düşmanları damına yaklaşıp öç almak
istiyorlardı. köpeğini ortadan sırada, döndü, damın diş kapısı ardında duran
griyi kavradı. Grenin fişeklerini çıkın ettiği mendili kaptı, dışarı fırladı.
Griyi karaltılara doğru boşalttı. Silâh sesi, tepelere çarptı. Vuramamıştı.
Karaltıların
sindiğini gördü. Daha aşağıya nisan alarak ikinci bir el ateş etti.
Karanlıktan, damlarına doğru çevrilen bir çifte patladı. Patlama, damın
duvarında tok bir ses çıkardı. Duvardan bir parça sıva koptu, yere düştü.
Osman, pantolonunu ayağına çeker çekmez, kendisine kalan çifte ile fişekliğini
kaptı, ağasının yanına koştu. Karaltılar, eğilerek asılıkların gerisine doğru
kaçıyordu.
__________________________________________________
(*) Susuz Yaz her bakımdan Türk sineması tarihi açısından bir kilometre taşıdır. Bir yanıyla öğretici bir tarafı vardır. Ulusalla evrenselin ne ölçüde içiçe geçebileceğinin en önemli göstergesidir. Ayrıca Türk sinemasının sanatsal anlamda dünya ölçeğinde girişim yapma cesaretinin öncüsü olmuştur. Türk sinemasına bir güven sağlamıştır. Özellikle konusu açısından da üzerinde durmak gerekmektedir.
Susuz
Yaz'ın anlattığı konu evrensel bir sorundur. Suda mülkiyet konusu üzerinde
odaklaşmıştır. Suda mülkiyetin kamunun olması gerektiğine dair bir yönetmenin
yak-laşımının açımlanması amaçlanmıştır.
Bunun
yannda Habil / Kabil kavgası kadar eski ve genel bir konuyu evrensel boyutları
çerçevesinde ve orijinal bir tarzda işlemek söz konusudur. Bu nedenle de
Türkiye coğrafyası ve Türk kültürü dışında da ciddiye alınıp ilgiyle
seyredilebilecek bir filmdir.
Susuz
Yaz 1964 yılında Berlin Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü aldı. Bu Türk
sinemasının uluslararası alanda kazandığı ilk büyük ödüldür
Yurtdışında ödül almasının sinemasal açıdan tam tekmil bütün
şartları vardır. Türk sinemasında bu ölçüde evrensel özellikleri belirgin bir
başka film yoktur.
Filmin
bu evrensel özelliği yanında ulusal renk de bütünüyle bulunmaktadır. Ulusal
rengin varlığı filmin evrensel boyutlarıyla anlatılmasının başarılmasında da
büyük katkı sağlamıştır. Filmin bütününe Türkiye resminin başarılı bir biçimde
sinmesi iki kardeş arasındaki kavganın yerli renkler çerçevesinde
resmedilmesinin de bariz bir göstergesidir. Belki de daha Türkiye'de düşünce
olarak yaygınlaşmadan ulusaldan evrensele yönelmenin, ulusal olmadan evrensel
olunamaz anlayışının en öğretici bir şekilde ifadelendirilmesi söz konusudur.
Zaten Sevmek Zamanı filminden bahsederken de Metin Erksan konunun sadece doğu
masal geleneğinde olmadığını, batı masal geleneğinde de bulunduğunu
söylemektedir. Daha çok doğu masal geleneğinde olduğunu belirtmesine rağmen
temelde evrensel bir temayı anlattığını ima ettirmektedir. Türkiye'deki
etkileri ve filme yönelik tepkiler açısından Susuz Yaz sadece sinemasal bir
olay değil aynı zamanda sosyolojik bir olaydır. (Kurtuluş Kayalı)
(*) Bademler ve Erol Taş… Hülya Koçyiğit’le beraber filmin
kahramanları. 300 kişilik tiyatrosu olan bir köy. Muhtar Halil Oral ve köyden
birçok kişinin filmde rolü var. İlk gös-terim de burada oluyor. ‘Otobüs
Yolcuları’ndaki (1961) Nevin için önce Tijen Par’ın düşünülmesi gibi Bahar için
başlangıçta Türkan Şoray’a öneri yapılmış… ‘Topraksu’ ve ‘insancinsellik’;
Gereksinim iyi kötü karşılandığında sorun yok gibi ama eksiklik şiddeti ortaya
çıkartıyor. İkinci çevrimde (1973) belki Hamiyet Yankı, İrfan Atasoy’un eşi
olduğu için veya belki dünya daha paragöz olmaya başladığı için cinsellik
önemsizleşmiş. Bu kez ağabey’in en büyük amacı ‘tüm köyün sahibi olmak’… Necati
Cumalı, avukatlık yıllarındaki gerçek bir olaydan kaleme aldığı bu öykünün
başrol/yapımcı ile yönetmen arasındaki arkadaşlığı bitireceğini düşünebilir
miydi? Çok çarpıcı bir sahnede Osman, Bahar’ı düşleyerek korkulukla konuşuyor;
“Güzel Bahar acı bana. Senin için yandığımı görmüyor musun? Bu böyle gitmez
kınalı keklik. Malım, suyum, evim-barkım, tarlalarım hep senin olsun. Yeter ki
sen bir yol ‘he’ deyiver..(Korkuluğu öperek) Yumuşacık ellerini sıcak sudan
so-ğuk suya sokturmam. Kumrular gibi bakarım sana. Kuş sütüyle beslerim seni.
‘He’ değil mi Bahar? ‘He’ diyorsun değil mi?” Ama bu sözler sanki suya yazılmış
yazı gibi.
Amacına
ulaştıktan sonra yaptığı ilk iş; Ayağını yıkatmak. Ses tonu da önceki
konuşmalarından çok farklı; “İyi yıka kız. Öyle angaryadan iş yapma bana.
Cenabı Mevlam kadın kısmını erkeğin bir küçük kemiğinden yaratmış derler.”
İkinci çevrimdeki kadar olmasa da ağabey ‘işini biliyor’. Bahar’ın (Nezihe
Becerikli’nin sesiyle konuşan) annesi evlilik için “Mahsulden sonra” diyormuş.
Oysa Osman’a kendi tarlalarında hem de bedavaya çalışacak insan gerekli.
Kardeşine akıl verir; “Hem nişan tak hem başlık ver hem de mahsulden sonraya kadar
bekle. Bu iş olmaz aslanım. Anası kızın posasını çıkardıktan sonra bize
verecek. Verdiğimiz başlık da cabası..Çare var. Hem de bir güzel var. Bahar’ı
kaçır.”…
Hasan
suyu köylülerle bölüşmekten yana. Ama ‘toprak işleyenin su kullananın’ diye
gürleyen başbakanların bile sonradan tırstığı bir dünyada o ne yapsın… Hasan ve
Bahar ayna tutarak işaretleşiyorlar. Osman, hep olduğu gibi, çok incelikli;
“Senin yavuklu gene kuyruk sallamaya başladı.” İkinci çevrimde koyunların
boynuna asılan çıngırağı kullanıyorlar… Mahkeme sahnesinde Talia Salta,
Bahar’ın arkasında ve 2-3 saniye görünüyor. Bu kadar kısa sürede nasıl bu denli
etkili olabiliyor… Öyküdeki ağabeyin okuma yazması yok. Kardeşinin mektuplarını
komşuları Tahtacı Safi’nin oğluna okutuyor. Bahar, Hasan’dan haber diye telgraf
direğine sarılmıştı… Kitapta yok ama Osman’la ilk yakınlaşması ayağını bir
yılan ısırınca olur. Kayınbiraderi büyük bir iştahla zehri emip tükürür… Niğde
Hapishanesindeki Hasan, ne yapsın, ‘Karnaval’ adlı erotik dergideki resimlere bakıyor…
Hükümet, filmin 13. Berlin Film Festivaline katıl-masını ‘rejisörün
ideolojisinden duyulan endişe’ nedeniyle istememiş. Ama ödülden sonra bunlar
unutulur. Turizm ve Tanıtma Bakanı sanatçılara ve Yönetmene ödül veriyor.
►Metin Erksan, Mülkiyet meselesiyle çok yakından
ilgilenen Metin Erksan filmin önemi konusunda şunları söylemektedir:
O
sıralarda cari kanun vardı. 'Türkiye'de göller, karasuları ve akarsular
kamunun, yalnız kaynaklar kimin tapulu arazisinden çıkıyorsa onun malı' diye.
Bazı şeyler görüyordum. Bir toprağın etrafını çitle çevirip 'Bu benimdir'
diyebiliyorsunuz ama, suya sahip olamıyorsunuz. Filme şöyle başlamak isterdim,
tutun ki avucunuza toprak aldınız. O toprağı gücünüz yettiği sürece avucunuzla
tutabilirsiniz ama, avucunuza su aldığınız vakit aynı şeyi yapamazsınız. Su
parmaklarınızı istediğiniz kadar sıkın, akıp gidecektir. Kaynaktan çıkan bir
su. Kaynak devamlı kaynıyor. Nasıl sahip olabilirsiniz buna? Mülk sahibi baraj
da yapsa gene tutamaz suyu. Su muhakkak bir yere gidecek. Suyun, mülkiyet
sınırlarını tanımayan bu öğesi beni çok ilgilendirdi. Ben o tarihte bir başka
hikâye üzerinde düşünüyordum. Onu bıraktım, tuttum Necati Cumalı'nın bir
hikayesini aldım. "Susuz Yaz"ı çektik, film bitti. Ne zaman? 1964
yılında. 1969 yılında hükümet bir kanun çıkardı, bu da es geçilmiştir.
'Türkiye'de kimin tapulu mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur' dendi. Ancak
devlet arazi sahibine ilk kullanma hakkı tanıdı. Peki benim 'Susuz Yaz'ın
mülkiyet sisteminin içinde aşamalar gösteren, bu büyük kanunun çıkmasına hiç mi
etkisi olmadı? Burası üzerinde hiç durmadılar. O kanun belki çıkacaktı günün
birinde ancak, o tarihlerde çıktıysa buna "Susuz Yaz" ve ben neden
oldum.
Metin
Erksan, festivalin büyük ödülü olan "Altın Ayı"yı kazanan filminin
yurtdışına kaçırılması ve ödül alması üzerine şunları söylüyor:
“Filmin
Berlin'e gidişi üzerine hala bir laf vardır. 'Kaçırdılar' diye. Hayır, hiç
kaçırılıp götürülmedi, alakası yok. 'Susuz Yaz' Berlin'e festivalden gelen
davet üzerine, son derece yasal yollardan gitti.
Berlin
Film Festivali'ne ister devlet olarak, isterseniz de bağımsız olarak iştirak
edersiniz. Biz götürürken devlete dedik ki; 'Acaba siz de bizimle beraber
misiniz? ' O zaman filmi bir kurul seyretti, 3 kişilik bir kurul ve 'Film
Türkiye'yi temsil edemez' dedi. O kurulun adamları da dehşet adamlar oldular
sonra. Bir tanesi yaman sinemacı oldu. Müthiş... filmler yaptı. 'Peki o zaman,
biz de kendimiz götürürüz' dedik ve götürdük. Bildiğiniz gibi 'Susuz Yaz' Berlin'de
büyük armağanı aldı. O sıra büyük bir çatışma ve yarışma vardı Berlin'de. En
hızlı zamanlarıydı. Bilhassa Amerikan ve Fransız sineması fazla zorluyor-lardı.
Berlin Film Festivali, ödülü veriş gerekçesini, "Dünyanın en eski
konularından birini çağdaş bir düşünce ve çarpıcı bir anlatımla veriyor"
diyerek tanımlar. jüri, "Susuz Yaz"ın mülkiyetle ilgili bölümüne,
kadın tutkusuna bakmaz bile. Onlar filmi, başka bir bakış açısıyla
değerlendirirler. Filmi, dünyanın en eski hikayesi olarak bilinen Adem ile Havva'nın
büyük ve küçük oğulları Habil ile Kabil hikayesinin çağdaş bir versiyonu olarak
tanımlarlar. Bu filmde de Habil ve Kabil hikâyesinde olduğu gibi iki kardeş ve
bir de kız var. Habil ve Kabil'de kadın kız kardeşleri, burada ise kardeşlerden
birinin karısı. jüri, "Muhteva çok eski, yorum çok yeni" derken,
böylesi eski bir hikayeyi çağdaş bir düşünce içinde vermesi nedeniyle yönetmeni
ödüllendirir. jüri üyeleri de hiç kuşkusuz, ne kadar batılı olurlarsa olsunlar,
kardeşiyle yatan bir kadının hiçbir toplum içinde rağbet göremeyeceği
düşüncesindedir. Dünyanın her yerinde ister batıda, ister doğuda olsun
kardeşiyle yatan bir kadını hiçbir erkek hoş göremez. Kadın her ne kadar masum
olsa bile, kamu ahlakı buna karşı çıkar. İşte "Susuz Yaz"ın çağdaşlığı
buradan geliyor. Metin Erksan, 18 Şubat 1994 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde,
o yıl yapılan Uluslararası Berlin Film Festivali'ne ilişkin çıkan bir yazıyla
ilgili olarak aynı gazetede bir açıklama yazısı yapma gereği duyar ve bu yazıda
"Susuz Yaz"ın kendi adı verilmeden anılmasını yanlış bulduğunu; film
isimlerinin yalın ve tekil olarak yazılmasının sinema bilim kural-larına,
sinema yazını ilkelerine ve sinema yazısı törelerine aykırı bir davranış
olduğunu söyler. Metin Erksan bu yazısında Nurullah Ataç'ın sinemanın 50. doğum
yılında söylediği "Doğrusunu isterseniz insanlığı sinemadan önceki
sinemadan sonraki diye ikiye ayı rab iiliriz." düşüncesinin "Susuz
Yaz'ın Türk sineması içindeki işlevi için de geçerli olduğunu, Türk sinemasının
"Susuz Yaz'dan Önce" ve "Susuz Yaz'dan Sonra" diye ikiye
ayır-mak gerektiğini yazar:
Çünkü
'Susuz Yaz', Türk sinemasının dünya görüşünü, içerik ve biçimini değiştirdi.
'Susuz Yaz'ın Türk sinemasına kattığı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel,
sanatsal, sinemasal, akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim, Türk
sinemasının; akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim yapısını
değiştirdi.
"Susuz Yaz" aynı zamanda star sistemine de
karşı çıkmış bir filmdir. Metin Erksan bu filminde hiç tanınmamış üç oyuncuya
yer vererek o sıralar star sistemiyle veya başka bir deyimle yıldızcılık
sistemiyle çalışan Türk sinemasına oldukça büyük bir farklılık getirmiştir.
Gerçi yönetmen, filmin başrollerini Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan'a
vermeden önce "Acı Hayat"ta birlikte çalıştığı Ayhan Işık ve Türkan
Şoray'a bu filmi teklif ettiğini; onların "Biz köylü olmayız, köylü
elbiseleri giymeyiz" gerekçesiyle teklifini kabul etmediğini söylüyor.
Star sisteminin yıkılmasında kendisi kadar Ayhan Işık ve Türkan Şoray'ın da
etkisi olduğunu dile getiriyor. Türkan Şoray, film Berlin'de Altın Ayı'yı
aldıktan sonra, "Rejisör Metin Ersan 'Susuz Yaz'! benim oynamamı
istemişti. Şimdi teklifini kabul etmediğim için üzülüyorum. Filmini festivale
götüren Ulvi Doğan'! ve filmi yapanları tebrik ederim" demecini Ses
Dergisi muhabirine verirken pişmanlığını dile getiriyordu. Film gösterime
girdikten hemen sonra pek çok sinema yazarından olumlu eleştiriler almıştır.
Utanç duymadan, başımı önüme eğmeden, ellerimi yüzüme kapamadan bir yerli film
seyrettim: 'Susuz Yaz'. Sordum, başkalarında da oluyormuş, bir filmi, bir oyunu
seyrederken çok bayağı, çok saçma sapan yerleri oldu mu, onları ben yapmışım
da, ayıbımı görüyormuşum gibi oluyor. Hiç olmazsa gözüm görmesin diye ellerimi
yüzüme kaparım. Baştan sona 'Susuz Yaz'ın hiçbir yerinde böyle olmadım.
Bu
güne dek görebildiğim elliyi aşkın yerli film içinde beğendiğim üç beşten biri
oldu 'Susuz Yaz'', Susuz Yaz'da uygun bir üslup ve bu üslubun aynlmaz bir
parçası olan bir oyun var. Star sisteminin kalıplaşmış konuları özsüz
şeritlerin film piyasamızı düzensizliğe sevketmeye devam ettikleri bir zamanda,
fosilleşmiş kurallara karşı gelmekle, iyi niyetin temsilciliğini yapmakla da
'Susuz Yaz' yılın sayılı yerli yapıtları arasında özel bir yer kazanmaktadır.
“Birsen Altıner, “Metin Erksan Sineması” syf, 56 ”
SUSUZ
YAZ FULL İZLE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder